Deuss Ex Machina # 285 - Roinnt Maidin Veilbhit A Tharlaíonn Go

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_285_--_Roinnt Maidin Veilbhit A Tharlaíonn Go

25 Ocak 2010 Pazartesi gecesi "canlı" yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Album Of The Week: The Album Leaf – A Chorus Of Storytellers (Sub Pop Records)
>1<-Chihei Hatakeyama-Monologue (Boid)
>2<-Chihei Hatakeyama-Bonfire (Boid)
>3<-Strom Noir---Taalla--- (Hibernate)
>4<-Strom Noir-Sen Zimnej Noci (Hibernate)
>5<-Billy Gomberg + Offthesky-Eyelids (Experimedia)
>6<-Billy Gomberg + Offthesky-They Were At The Beach (Experimedia)
>7<-Laura Gibson & Ethan Rose-Sun (Weather / Headz)
>8<-Laura Gibson & Ethan Rose-Boreas Borealis (Weather / Headz)
>9<-Maymay-The Fall (Sonic Pieces)
>10<-Rauelsson-Liebre (Sonic Pieces)
>11<-Seven Saturdays-The Shallow End (Self Released)
>12<-Seven Saturdays-Good Morning, I Love You (Self Released)
>13<-The Album Leaf-Stand Still (Sub Pop Records)
>14<-The Album Leaf-There Is A Wind (Sub Pop Records)

Roinnt Maidin Veilbhit A Tharlaíonn Go (285) – Birbiri İçine Kilitlenmiş Sorular, Durmadan Yeni Kördüğümler İcat Ediyor. İznasızlık Baskısını Çoğalttıkça Altına Saklanılan Soğuğunun Karbeyazı Kan Kırmızısı Bir Hakikate Evriliyor. Acının Sesi Yankılanırken, Hala Mı Kih Kih , Koh Koh Ümidimiz Beş Kuruşa Pazarlık Edilebilirken Üstelik. Kahrolmadan Önce Son Turlar, Son Sesler ve Son Çağrılar Anlamak İsteyenleri Çağrıyor. Çağrımız Herkese Açıktır! [Yere Düşenlerin Ayağa Kalkması İçin Yapılması Gerekenler - Sayfa 41]

>>>>>Bildirgeç
Sessizliğimizi çoğaltırcasına, tereddüte mahal vermeden soğuk içimize işlemekte, benliğimizi kapsamı altına almaktadır. Duyumsamak istediklerimizden ne kadar uzakta, olmaya çaba sarf ettiklerimizden ne kadar da geride durduğumuzu belleğe hatırlatandır. Dişlerin birbirine geçmesindeki gibi belleği kilit altına alıp deyim uygunsa körleştiren soğuk anlamlandırmak için yola koyulduğumuz. Durup bekleştiğimizin vuslat olmadığı aşikar iken elimizin kolumuzun kördüğüm kalmasına aracılık eyleyen soğuk. Tahayyül etmekten bir anlığına geri durduğumuzda nasıl içimize işlediğine şaşakaldığımız, adımlamaktan çoktan vazgeçtiğimiz, kaderimize razı olduğumuzun göstergesi haline dönüştürülen soğuk. Susmaların makulleştirilmesi karşısında irtifa kazandırılan, direnci çoğaltılan soğuk. Eylemsizliğin hamlelerinin ve rotasının belirginleştirildiği, noksanlarımızın artık bembeyaz bir örtünün altına kısa süreli de olsa saklı tutulacağını ortaya çıkartan soğuk. Ne kadar fazlasını düşlersek, ne kadar fazlası için çaba sarf edersek edelim nihayetinde dönüp birleşeceğimiz tepe noktasını gözün uzağında tutan soğuk. Görünmeyenlerin varlıklarını unutmak için sanki ısrarla beklermiş gibi durduğumuz kurtarıcımız. Zincirleme fecaatlerin hemen yanıbaşımızda cereyan etmesine karşın bu kadar âma kalmamızın başkaca bir tutarlı cevabının bulunmadığını belirtmeliyiz. İstisnasız bir biçimde hemen her eşikte giderek daha fenasına ulaşmaktan, en dibini bir türlü bulamadığımız bu hayat oyununda artık soğuğun sesi duyumsanmaktadır. Kocaman bir boşluk içerisinde, yalnız başlarına bırakılmış olan, görülmesine lüzum duyulmayanların, kaidelerin değiştirilerek üzerimizde yeniden biçime kavuşturulduğu, dımdızlak ortada kalmışlığın, emeğin sesinin önemsenmemesinin, çığlıkların sanki tanımsız bir iklim dahilinde yankılanırcasına uzaktan ah vahlarla geçiştirilmesinin izahatını mümkün kılacak bir olgudur soğuk. Hem yabanıl, hem de yabancıl kılmakta zamanın yıpratıcılığı ve öteki tüm olguların sağladığı dirençle beraber.

Makulun adlandırılmasını nasıl yokuşa sürdüğümüzü, boş verdiğimizi, el aman denildiğinde o ses kapımızın ucuna kadar gelmedikçe, fecaat kapımızı çalmadıkça derinden bir oh çekerek! takipçisi olmaya devam ettiğimizi ortaya çıkartması bakımından bile soğuk pek çok yönden bugünün şartlarını ve yaşadığımız olumsuzlukları kapsayan bir bileşkeler bütünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sirayet etmiş olan şikayetlerimizin belirginleştirilmesi, hemen her yeni dönemeçte, bunları düzeltebilmek için atılacak her bir adımda ensemizde hissettiğimiz korku unsurunun yardımcılığını ve elebaşılığını yapmaktadır soğuk. Hengamenin ortasında birbirlerini kollamaya devam eden iki unsur. Nereye bakarsanız farklı bir görüntüsünü fark edebileceğiniz, çoktan ayrışımların temellendirildiği, atı alanların Üsküdar’a doğru yollandıkları güncenin dahilinde ayrışmaz değiştirilmez olarak sınıflandırılanlardan birisidir soğuk. En nihayetinde büyük resmin kadraj dışında özenle bırakılan unsurlarına tanıklık edebileceğimiz, hep aynı yöne aynı ön yargılı gözlüklerle bakmadan illallah veya yeter artık diyebilme cüretini gösterebilenler için farkındalılığı sağlayan çözümleyicidir soğuk. Bakmasını bildikten, işitip kulak kabarttıktan sonrasının tamamen bizlerin insiyatifine bırakıldığı bir bütünleştiricidir. Ayrısı gayrısı olmadan konular üzerinde derman arayabilmenin, derde ortak olabilmenin, aslında çevresi çoktan sarıp sarmalanmış, koruma altına alınmış yaşayışlarımızın dışında neler cereyan ettiğini bir nebze olsun daha rahatça anlamlandırmak mümkün bu eşikte. İş bu hal ve şerait dahilinde. Soru ve sorunlar yığıntılanmaya devam ederken, eskileri halının altına süpürüp yenilere mevzi aramaya devam eden birilerinin karşısında daha dik durmanın gerekliliğini hatırlatmaktadır. Kaçabileceğimiz tek bir aralık bile yokken hala mı sessizliğe gömülmeye devam edeceğiz? Hala mı onların istedikleri gibi yönlendirmelerine, yaftalamalarına, yargılarına koşulsuz teslimiyet göstereceğiz? Hala mı insan olduğumuz gerçeğinden ayrışmaya devam ederek, bulanık suda balık avlamakta olduğumuzun idrak noktasından uzakta duracağız? Hala mı siz, biz, hala mı öteki beriki? Nerede sağduyunun tesisinin mümkün olması? Nerede izan ve hakikatin birilerinin gösterdikleri yön işaretçilerinin dışarısında da bulunabileceğine olan itikat?

Çözümün nispeten kolay olduğu konularda bile en dolambaçlı yolları tamamen tersi istikametlerden başlayıp geliştirilmeye ve nihayetinde de olur seviyesine taşınmaya çalışıldığı bir eşiğin içerisinde ikame etmekteyiz. Soğuk kelimesinin hemen tüm anlamlarıyla beraber bu uzun tutulmuş olan hayat maratonun en engebeli, aşılmaz sahalarının, anlaşılabilir klınmasına aracılık eyleyen, izahata gerek bıraktırmayacak görüntüleri hafızalara sunan bir olgu olduğu gerçeğini bir kere daha hatırlatmalıyız. Kesin ve keskin bakışımların, uçları çoktan sivriltilmiş kanaat önderliğinin, ayrımların getirebildiği yegane odağı tanımlandırabilecek daha da uygun bir kelime hafzalamıza gelmemektedir. Karşılığını bulabilmek için çaba sarf etmemiz gereken o kadar fazla sorunun yanında bu en hafif başlangıçlarda bile bu kadar süre kaybediyor olmamız düşündürücü değil midir? Kaybetmekten çekinmedik fakat başlamak için yeterli direnci daha bu girizgah hanesinde harcıyor olmamız da yılgınlık çağrışımını sağlamamakta mıdır?

2007'de muhalif entelektüel Naomi Klein tarafından yazılan “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” kitabında ortaya atılan, insanların kolaylıkla kabul etmeyecekleri hemen pek çok şeyin, birbiri ardına gerçekleştirilen toplumsal şoklar ve doğal felaketler ile en başta Amerika Birleşik Devletleri gibi büyüklüğü göreceli devletler ve belirli başlı çok uluslu şirketlerin çıkarlarına, daha fazla kapital arttırmalarına zemin sağlayan, daha fazla hegemonyalarının borusunu öttürmeleri için fırsat sunan ve yapılan hemen tüm düzenlemeleri bu kapsamın altına alan kaos teorilerinin deyim uygunsa ayan beyan okunabilirliğini sağlamaktadır. Tertibatlarının en başında zikredilen faydanın yaşayanların ortak geleceklerine değil sadece ve sadece diğerlerinin çıkarlarına uygunluğuna zihin yoranları, reva görülenleri, nasıl punduna getirilip, karambolde bazı şeylerin olur adledildiğini anlayabilmemize vesile teşkil eden bir metindir Naomi Klein yazını olan kitap. Yarın yamacına, en dibine kadar geldiğimiz sorun kümelerinin şimdi bir tarafında bu argümanın sunageldiklerine göre ifadelendirebilmek de pekala olasıdır.

İçten içe kaynayan bir kazan halini alan dünyanın yaşadıklarına dair söylenebilecek ne çok sözcük, ne kadar fazla endişe var ise bunlar için izahat arayabileceğimiz, ilişkilendirebileceğimiz pek çok öğe ihtiva etmesi açısından bu şok doktrininin sürdürüldüğünü ifade edebiliriz. Parçalarının birbirlerinden ayrıksı bir şekilde duruyor görünmesine karşın dikkatli bir biçimde odaklanıldığında aslında ana resmin oluşturduğu figürün soğuk duş etkisi karşımıza çıkacaktır. Anlam kattığımız her görsel bütünleştirme, hem yaşatılanları, hem de içinde bir türlü çıkamadığımız buhranlı halleri, bir bütün olarak yansıtmaktadır. Gizlisinin, saklısının adına internet çağı dediğimiz bir zamanda hemen hiç kalmayacağının afaki olmasına karşın hala bilinmezlik sınırlarının arkasında saklı tutulması için çaba sarf edilen durumlara karşı hangi cümleler kurulmalıdır? Hakkaniyetin ve doğruların, çıkarsız birilerine yamanmak için değil doğru oldukları için savunulabilirliğini, kimsenin hakkının üzerinde yeni tadilatlara girişilmeden bir neticeye ulaşabilmenin bir yolu bulunabilecek midir? Yoksa sesleri, izole eder hale gelen soğuğun yadsınamaz ürkütücülüğü sorunların devamlılığını mı müjdelemekte ve duyurmaktadır? Karanlık üzerimizde baskınlığını arttırken, soğukla beraber elele verirken esaslı bir şekilde durup düşünmek gerekir diye düşünüyoruz. Durup bu aralıkta artık belli başlı kararları alıp, hayata geçirebilmemizi de keza. Sükutu hayalin evladiyelik olmadığını istenildiğinde halklar isteyip taşın altına elini koyabildiklerinde şok doktrini ve benzeri durumlara karşı bir karşı duruşun olasılık dahilinde olduğunu hatırlatmalıyız.

2008'de 1.72 Milyar Amerikan Doları karşılığında özelleştirilen Tekel işçilerinin Özelleştirme İdaresi ve dolayısıyla devlete devirlerinin ardından yaşadıkları ve bugün önlerine sunulmuş bir lütuf gibi tanımlandırılan 4-C statüsünün nasıl bir zor(un)luluk olduğunu idrakından başlayabiliriz? Notumuzu kaleme aldığımız tarihte 45. gününü geride bırakan, özlük haklarının tazmininden ve işlerinin devamlılığı dışında başkaca bir talepleri bulunmayan emekçilere sunulan acı reçete bir şok doktrini uygulaması değil midir? Merhamet gösteriyoruz demecinin altında saklı duran baklayı görebilmek için daha kaç gün, daha kaç gece harcanması gereklidir? Oluru ve imkanı bulundu mu çalışanın hakkının gasp edebilmenin neresi merhamete girmektedir? Kurumu satın alan çok uluslu firmanın daha geçen haftalarda önce Tokat ardından da Tire'deki sigara fabrikalarının da üretimlerini sonlandırma kararının ardından ortaya çıkan işsizliğin boyutunu da görmezden gelmeye devam mı etmeliyiz? Hakkın tanımlandırılmasının mücadeleyle sağlanabileceğini ortaya koyan son derece açık ve net bir örnek değil midir? İstisnasız bir biçimde iğnenin ucu batmadıkça anlayabilme , idrak etmenin söz konusu olmadığını düşündüğümüz emeğin bu tarz köşeye sıkıştırmalarla, ölümü gösterip sıtmaya razı etmelerle iyileştirilmesi olası değildir. Sendika bürokrasisinin bile çoğu zaman önemsizleştirmeye, susturmaya, hakir görmeye çalıştığı bu hak talebinin birilerinin canını sıktığı kesindir.

Şokun tesirinden kurtularak direnişin, hayata tekrar dahil edilebileceğini hatırlattıklarından can sıkıcıdır. Hayata tutunmaktan vazgeçmedikleri için sıkıcıdır. Sorgulamaları gerçekleştirebilmek için bir avuç olmanın bile yeterli olduğunu idrak ettirdikleri için can sıkcıdır. Ezber edilmiş yanlışlıkların artık kabul görmediğini, yeniden yorumlar ve düzenlemelere ihtiyaç duyduğunu açık ettikleri için sıkıcıdır. İşin ve aşın tazmini için canın ortaya konulabileceğini, anlamayanların dikkatine sunabildikleri için sıkıcıdır. Kartmatik işçi-memurluğun dışarısında kaldıkları için, her önlerine gelen tehdit dolu iş değişikliklerine uyum göstererek, sallayıp başlarını, maaşlarını almadıklarından dolayı sıkıcıdır. Ümidin kalmadığı anlarda bile görünür kıldıkları inanca besbelli, üç kağıtsız, çıkarsız bir biçimde sahip çıkabildikleri için can sıkıcıdır. Sıradan insanların da seslerini yükseltebileceklerini, sıkıntıları söz konusu olduğunda tereddütsüz bir şekilde dile getirmekten kaçınmadıklarından can sıkıcıdır. Nasıl, niye sorularını muhataplarına sorabildiğimiz, çevrilen dolapları afişe edebildiğimiz müddetçe bizler de bu kalkışmaya müdahil olmayı sürdürmeliyiz. Emeğin bir şekilde zapturapt altına alınıp hicapsız boyunduruklardan boyunduruk beğendirilmeye sürülerek bu sorunun çözülemeyeceğini ispat ettiklerinden dolayı daha fazla detaylandırmalıyız. Dönüştüğümüz eşikte bir başımıza olmadığımız, klişeleştirilen bir tümce olarak anılsa da “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”in görünürlüğünü arttırdıkları, bahsini açabildikleri için bütün benliğimiz ile yanlarında durmalıyız. Çünkü keser döner sap döner, gün gelir hesap döner, bizlere de tutunmak için hayatta bir ele, bir dile, bir desteğe ihtiyacımız söz konusu olabilir. Tekel direnişi örneği bile tek başına şok tahrifatının, düzeneğinin nasıl işlediğini anlaşılır kılacaktır. Notumuzun tamamlayıcısı bir unsur olarak Görkem Doğan'ın Birgün Gazetesi'nde yayınlanmış olan Sendikal Hareket Küllerinden Yeniden Doğabilir makalesini sonsöz kabilinden sizlere sunuyoruz.
TEKEL işçilerinin burjuva basınının görmezden gelme ihtiyacı hissedecek kadar önem kazanan direnişi işçi sınıfı hareketini çevreleyen siyasal konjonktürdeki değişimin bir eşiği aştığının simgesidir. 2007 sonundan itibaren Genel Sağlık Sigortası’na karşı yürütülen birleşik mücadelede en görünür ve sürekli yüzüyle karşılaştığımız bir süreç yaşanıyor. İrili ufaklı direnişler, iş güvenliği işçi sağlığı gibi sosyal meseleler etrafında gelişen büyük küçük toplumsal çabalar ortaya çıkıyor. Bu sürecin biriktirip TEKEL işçisinin sırtına yüklediği ağırlığı paylaşmak ancak sürecin olası siyasi yönelimine dair doğru öngörülerde bulunarak, süreci ilerletecek müdahaleleri yapmaya cesaret ederek gerçekleştirilebilir. Oysa tüm sendikal merkezler Türkiye solunun etkin oldukları da dahil olmak üzere bu sürecin görevlerini kavramaktan uzak görünüyor. Bu yazı buna dair, fakat bununla beraber Ankara halkının TEKEL işçilerine gösterdiği toplumsal ve vicdani dayanışmayı da burada övmeden geçemeyeceğim. Bu yüzden bu yazı 17 Ocak mitingi öncesinde ve sırasında karşılaştığım manzaralardan başlayıp sendikal merkezlerimizin bu süreçteki manzarasına geçecek.

DİRENİŞ GÜNDELİK RUTİNİ KIRAR
Devrimci durumun en harcıalem görüntüsü gündelik hayatın rutininin kırılmış olmasıdır. Türk-İş genel merkezi civarında, hayatın rutini paramparça olmuş. Görmeyenlere tasvir etmesi zor bir durum, sadece işçilerin kadınlı erkekli, öfke ve kararlılıkla orada bulunmasını, sürekli yapılan ziyaretleri, kaynayan çorba kazanlarını kastetmiyorum. Direniş Ankara’da belli bir düzen ve alışıldık parametreler içine girmiş sendikal ve siyasi alışkanlıkları kırdığı için de bu ifadeyi kullanıyorum. Aynı lokallerde benzer dedikodularla sıradan işyeri ziyaretleriyle geçen günler gitmiş, direnen işçilerin hayatını kolaylaştırabilecek ne yapılabilir diye her an kafa yoran ve akıllarına geleni süratle hayata geçirmek için çabalamakla geçen saatler gelmiş. Ankara’da tarih bir nebze olsun hızlanmış.

Bu tasvir kesinlikle akla ümit ve heyecan dolu bir atmosfer getirmesin. Türk-İş çevresine toplanmış TEKEL işçileri geriye çekile çekile en eski konfederasyonun genel merkezine kadar gerileyerek işçi sınıfının gücünün ne kadar azaldığını da simgesel olarak gösteriyorlar. Kuşatma altındaki Madrid’e sığınan Cumhuriyetçiler gibi geriye çekilecek hiçbir yeri kalmamış birbirine tutunarak direnen bir ordunun son neferleri. Son yirmi yılda sürekli aşağı doğru düşen ama yere yaklaştıkça yumuşak iniş ümidini koruyan sendikal hareketin ne kadar geriye gittiğinin ifadesi bu durum. İşçiler kendi genel merkezlerine kadar gerilemiş durumda, kuşatma altında düşmanın zaferini ilan etmek için düşmesini beklediği son kaleyi savunan ortaçağ savaşçılarını andırıyor.
Bir yandan bu küllerinden yeniden doğmak için bir fırsat olarak da görülebilir. Esas olarak KİT’lerde örgütlenmiş büyük bürokratik sendikaların zamanı çoktan geçmişti. Hükümet partileri nezdinde lobi yaparak, siyasi destek karşılığı avantajlı toplusözleşmeler elde ederek kendini idame etmiş bir hareketin yeniden doğuşunun zamanı zaten gelmiştir. Tek Gıda İş’in, TEKSİF’in özel sektör işyerlerinde örgütlenmeye değişik başarı oranlarıyla çabalaması, Koop İş’in dershanelere yönelik girişimleri son yıllarda tanık olduğumuz bir değişimdi. Sosyal devletin, kamu işletmeciliğinin kırıntılarının bile ortada kalmadığı bir ortamda siyasi bağlantıdan ziyade işyerinde direngenliği gerektiren bir tarzla sendikacılık yapmak gerekiyor. TEKEL işçileri tam da tarihin bu anında her iki tarzın arasındaki geçiş köprüsü olabilir. Ama bunun için sendikal hareketin bir bütün olarak bir değişim için tam da bu tarihsel anda bir süreç tespiti yaparak bu doğrultuda bastırması gerekiyor.

Kriz ortamının sermaye düzenini zorlayacağı ortadaydı, başından beri esas mesele bu zorluğun nasıl aşılacağıdır. Tıpkı iki binlerin başındaki esnaf eylemlerinde taca çıkan solun eski düzen partilerinin ikisi hariç çöpe atılıp AKP iktidarının oluşmasını seyretmesinin ve bu arada Türkiye sol siyasetinin temel toplumsal bağı olan kamu emekçilerinin de kendilerine verilen 4688 balonuyla taca çıkmaya fit olmasının bizi bugünkü solda sıfır konumuna getirmesi gibi bu defa da olan biteni seyretmek, ya da sadece protokolle bunların içinde yer almak, son yıllarda Türkiye solunda şahit olduğumuz otolikidasyon sürecini mantıki sonucuna ulaştıracaktır.

SENDİKAL ALANDA VAZİYET
17 Ocak mitingi sendikal merkezlerin önemli bir kısmının ve solun hükümete ancak Serbest Fırkanın CHP’ye yapabileceği kadar muhalefet edebilen kesimlerinin bu sürecin de elden kaçmasına neden olabilecek bir aymazlık içinde olduğunu bütün çıplaklığıyla gösterdi. İşçi hareketi varlık yokluk mücadelesi verirken Türk İş’in içindeki kavga ve Hak İş’in hükümet destekli manipülasyonları ortadayken, DİSK’in protokolle katılma tavrı bu sendikal merkezin şimdi varolduğu haliyle sınıfa ancak protokol işlevleri yerine getirerek faydalı olabileceğini, buradan onun ötesinde bir beklentinin pek gerçekçi olmadığını gösterdi. Öte yandan mitinge protokol düzeyinde katılım göstermek, tabandan tersi yönde baskı gelince bunu gayrı nizami taktiklerle baskılamaya çalışmak basiretsizliğin, öngörü eksikliğinin ve grup çıkarlarını hareketin çıkarlarının önüne koymanın KESK’te bu süreçte dahi aşılamadığının ispatıdır. Böyle bir tutumda ısrar önümüzdeki dönem öngördüğümüz politik gelişmeler gerçekleşirse sınıf ihaneti olur, sorumlularına da gereği gibi davranılır.

KESK genel merkezindeki bir ekip 25 Kasım’da neyin gerçekleştirildiğinin ayırdına varamamıştı ama sendikacılıktaki “tecrübelerinden” ötürü bunun kendilerine “yazacağını” koklayıp takvimde benzer eylemler için gün arıyorlardı. Onlar tarihin kendi takvimine uymaya çalışmayacaktır, üzücü olan genel merkezdeki bütün anlayışların bu konudaki mutabakatıdır. Ulusal Hareket AKP’nin açılımının kof olduğunu gördüğünü ve sosyal meseleyi ıskalayarak demokratikleşme alanında sahici bir gelişme sağlanamayacağını kabul ettiğini bu aralar siyasi temsilcilerinin ağzından ifade ediyor. Umulur ki AKP’ci sosyal liberallerin yetmişlerden miras şematik ve sermaye kuyrukçusu siyaset anlayışları doğrultusunda, AKP ile ifadesini MHP - CHP birlikteliğinde bulan gericilik arasında bir ana çelişki keşfedip hükümeti zayıflatacak inisiyatifler almaktan imtina etmezler, özellikle işçi sınıfının mücadelesinde. Önümüzdeki dönemin ihtiyacı sokaktaki muhalefetten üzüldüğünü belirten Başbakan yardımcısını daha da fazla üzmektir. Ama mesele sadece AKP ve temsil ettiği serbest piyasacı muhafazakarlık ve onunla mücadele değildir. TEKEL işçileriyle iki dakika konuşmuş herkesin de bildiği gibi onların kavgası hükümetle olduğu kadar sendika bürokrasisiyle dedir. Bu yönüyle de Ankara’daki direniş işçi hareketin gelecek yıllardaki yönelimine etki edecektir. Kavgaya bu saflaşmanın bilinciyle girmek gerekir: Bizi kuşatan düşman sermayenin yeni hegemonya projesinin taşıyıcısı olan, dünyada benzerlerini gördüğümüz, toplumsal muhafazakârlık soslu serbest piyasacı softalıktır. Beşinci kolsa içimizdeki her türden oportünist aygıtçı eğilim ve bürokratizmdir.

Bizim saflar işyerinde, mahallesinde bu hükümet eliyle yürütülen neoliberal dönüşüm saldırısının felaket sonuçlarını en yakıcı biçimde hissedenlerden oluşur. Esnek ve güvencesiz istihdam edilen kamu çalışanları, sendikal hakları kısıtlanan ve bu yolla gelir seviyeleri ve sosyal hakları budanan işçiler tabanda inisiyatif almalıdır. Mücadelenin yükü TEKEL işçilerinin sırtına bırakılamaz, onlar bugüne kadar üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar. Direnişleri mücadeleleriyle kıyaslanmayacak bir biçimde son da bulabilir. O yüzden esas olan sürecin genelinin nasıl yürütüldüğü ve TEKEL işçilerinin direnişi gibi kahramanca mücadelelerin işçi sınıfı hareketinin politik hedefleri doğrultusunda nasıl değerlendirildiğidir.

Bugün Türk-İş sendikacılığı bitmiştir bu konuda aklı başında herkes hemfikir çünkü o tür sendikacılığın maddi zemini kalmamıştır, bunun yerine Hak-İş sendikacılığının inşasını seyretmekle yetinmeyeceksek, emek siyasetini, aygıt çıkarlarını gözeterek değil mücadelenin ihtiyacı olan meşru, militan kitlesel bir birleşik hareket inşasının gereksinimlerini öne koyup, tabandan merkezlere doğru iterek ve genel grev hedefiyle ilerletmeliyiz.

Bilinmeyen bir dünyanın hikayesi değildir anlatmak ve anlamak konusunda ısrarcıl olduğumuz. İçi kemiren, ömür törpüsü dert yumaklarımıza her yeni günde bir tane daha eklenen kördüğümleri aşabilmek için daha ne kadar uzun yolumuzun olduğunu belirginleştirir ilintiler, imler ve sözcükler sığınıp durduğumuz. İlk günden bu yana didinip durduğumuz. Sil baştan yapmaktan hepten heder olan ümitlerimizin kıtlığında az biraz nefes alabilmekse en büyük gailemiz. Şimdi düşündüğümüzde birbiri ardına yaşamak zorunda bıraktırıldıklarımızın açmış oldukları gedikler anı ifadelendirmede yardımcılığımızı üstlenme hakkaniyetli bir yoldaşlık etmektedir. Zihnimiz unutsa da kayıtların asla unutmadığı, kesilmiş bir kenara atılmış gazete küpürlerinde, kendilerinden hiç beklenmese de arada sırada ekranlarda sunulan yapımların içeriklerinde aramakta olduklarımızı, manidar bir biçimde birbirleriyle bağlantılanabilir bir biçimde keşfedebilmek mümkündür. Tekrardan düzenleyebilmek, sorunların karşımıza çıkartmış olduğu duvarları aşabilmek elbirliğiyle sağlanacaktır. İzahatlarla ve görünür olanın abesliğine karşı ancak kolkola durarak yitirdiklerimizi geri kazanabileceğiz. Sakil davranarak, anlamazdan gelerek, üzerinde kafa yormayarak sadece vaktimizi tüketeceğimizi bilerek ne karaşınlıklar aşılacak ne de çözüm denilegelenin tesisi mümkün olacaktır. Yaşadığımız hayatlara verebildiğimiz değerin sağlaması olarak öngörebileceğimiz bu noktada müzikten faydalanarak, ses aralıklarında duyumsadıklarımızla beraber topyekün bir farkındalılığa ulaşabilmek olasıdır. Yetkin sesler aslında burada her hafta derman aramaya, dert dökmeye oturduğumuz satırlarla anlam katma konusunda didindiklerimizi kolaycıl yoldan hatmedebilmemize imkan sunan bir bütündür. Mümkün olduğunca kulak kabarttığımız her müzikal akış varedilmiş olanın hatalarını çözümleyebilmemizi sağlar. Tıpkı epey zamandır unuttuğumuz sevinçlerimizi sunabildiği gibi. Elzem olan tek şey gerekli ihtimamı gösterebilmektir. Deuss Ex Machina’nın geçtiğimiz hafta canlı olarak sunduğumuz 285. bölümünde bu ayrışık hallerin, tahammül edilmesi zorunlu olan şok tertibatlarının ve herşeyin üzerini örten soğuğun birleşiminden yeni tümceler kurmaya çalıştığımız bir seçkiyi paylaştık. Ağıt havasından sert tonlu eklektik kurgulamalara kadar oluşturulan ses tasviri her daim yanıtını aramak zorunda olduklarımızı anlayabilmek için son bir şansımızın daha olduğunu zikretmemizi sağladı. Vurgulanan her bir ayrıntı ahir zamanın getirdiklerinde daha dikkatli düşünebilmeyi, resmin tümü üzerinde fikir yürütebilmeyi kolaylaştırır. Bu istikamet dahilinde okuduklarımız, seyrettiklerimiz çözümlemelere ne kadar katkı yapıyorsa en az onlar kadar müzik de kendi başına belirli bir kazanım imkanı paylaşır. Parça parça ayrışık duran kelimelerin birbirlerinden manidar tümcelere dönüşümü için müziğin hakkını yadsımamalıyız. En azından gölge etmekten, enseyi kararttırmaktan başkaca amaçları olmayanların dünyasında nefesi, düşünceyi tazeleyebilmesi kabilinden bile ayrı seviyeye koyabilmek mümkündür müziği. Deuss Ex Machina’yı bu bağlam dahilinde çoğaltımlara, kurmaya çalıştığımız kırık dökük tümcelerimizin sağladığından daha fazla ehemmiyet gösterdiğimizin altını bir kere daha kalınca çizmeliyiz. Müziğin tüketilebilirliği kadar, bir ömür boyunca sırtta taşınan ve ihtiyaç anında çekincesiz başvurabileceğimiz bir kaynakça olduğuna sebatımızı sürdürüyoruz. Kah bir dost öğüdü, kah bir yalnızlığın en dipsiz kuyusunda yanıbaşınızı yokladığınızda bulacağınız nice sesler bu önermeyi eminiz daha anlaşılır kılacaktır. Nihavent hüzünler makamından sesleri birbirine lehimleyen kolajların altında imzası bulunan, enstrümantal post rock topluluğu Tristeza’nın kurucu üyelerinden gitarist Jimmy LaValle’ın solo proje olarak temellendirdiği The Album Leaf’ini içinde bulunduğumuz 2010 yılı dahilinde 10. yılına ulaşan mazisinden kesitlerle beraber sizlere sunuyoruz.

Hüzün sesle takdim edilebilir, dinleyenin yarasına merhem olabilir mi? Eşiklerin hızlıca geçildiği bir konu bitmeden diğerini adımlamak zorunda olduğumuz bu koşuşturmacada heybemizden düşen, unutulmaya terk edilen, üzerine ölü toprağının serpildiğini düşündüğümüz açmazlarımız, acılarımız nasıl bir ses bütünlüğüyle ortaya çıkartılır? Anlamı pekiştirilip usulca yol ve yordamın bulunabilir olduğu konusuna inanabilmemizi sağlayan müzikler tanımlandırılır. Evet üstünkörü, uzaktan uzağa bir kulak kabartmayla mümkün olmasa da, az biraz özenle beraber dinlenildikçe kimi müzikler arafta beklemekte olan acılarımızın daha kolay bir biçimde insanliğinden dem vurmayı başarır. Bilinmezliğin taşımış olduğu yol ayrımlarında nasıl kararlar aldığımızı, nasıl zorda kaldığımız durumlardan çıkmak için ufak bir çaba dahi göstermediğimizi çoğu zamanki gibi sineye çektiğimizi ortalığa sunar. Müzikal yapılandırma durağanlıktan kakafoniye doğru evrilse bile duyumsanan şeyler bütünüyle hayat imgesi dahilinde cereyan eden olayların yankısıdır. Alışkın olduğumuzdan daha farklı rotalara gitmek zorunda kaldığımız, yönümüzü şaşırarak pusulamızı kaybettiğimizde kimilerimiz için (biz de dahil olmak üzere) müzik gerçek bir kurtarıcıdır. Paylaşılmış olan müzikler dahilinde duyduklarımız acıyı hazmedebilmemize yardımcı olur. Belirsiz kelimelerle tahrif edilmiş günce beklentilerin artık karşılanamadığı girift bir labirent haline dönüştüğünde seslerin önemi bir kat daha artar. Somut yanıtlar peşinde koşulduğunda, neden sorusunun karşılığını arama çabası içerisine girildiğinde müzik lazımgelenleri sunan bir bütündür. 1999 yılında Jimmy LaValle’in solo proje olarak temellendirdiği, o dönem içerisinde çalmış olduğu enstrümantal deneysellikler üzerine yetkin müziklerin icracısı olmuş Tristeza ekibinden ayrı olarak tasarladığı The Album Leaf gemin, kederin velhasılı kelam hayatın karşılaşılmaz olarak sınıflandırılmış yönlerine duyarlı olan bir ses kümesini arşınlayan bir yapı olarak kulaklara ulaşır. Çoğu zaman tanım kazandırılmasından bile vazgeçilmiş olan sorunların üzerin eğilen, kısmen elektronik kısmen analog seslerin duyurulduğu, acı gibi zor kabul edilebilecek olgularda dahi söz söyleme yetisini geliştiren yapılandırmalar The Album Leaf çatısı altında sunulur. Tristeza’yla aynı dönemde beraber çalıştığı GoGoGo Airheart grubundan Mike Vermillion’un kaydettiği Rhodes piyano ve eski bir Roland “drum machine” ile kotarılmış deneysel kurgulama sanatçının debut çalışması olan An Orchestrated Rise To Fall’un başlangıcına ulaştıran ilk adımlama olarak sanatçının biyografisinde yerini alır. İmece usül kayıt altına alınmış olan bu kolajlardan yola çıkılarak oluşturulmuş An Orchestrated Rise To Fall, Music Fellowship etiketinden 2000 yılında yayınlanır. Basitlikten taviz verilmeyen minimalist ses kuşağı boyunca devinen bir dinlencelik kulaklarımıza ulaşır. En başından sonuna kadar modern klasikleri, elektro akustik ses tasarılarını, post rock’ın enstrümantal düzlemde yapılandırılabilecek örnekleri üzerinden geliştirilmiş yapılandırmalar kısa birer metnin sesli yansısı gibi daha ilk dinleyişte kendi dünyanızın sınırlarına yakınlaştıran, belleği sorgulamaya meyil ettiren bir bütünlük ihtiva eder. Melankolinin bütünlendiği düşük tempolu bir piyano pasajının hemen akabinde denkleştirilen, post rock çatısı altında değerlendirilebilecek solo davul kompozisyonunun albümün geri kalanı hakkında da yol gösterici bir öğe olarak düzenlendiği Wander ile kayıt açılır. Gitarın akustiğinin güne dair diyaloglarla beraber karıştırıldığı, anı sorgulatan, hatırlanamayan detayların hissedilir kılındığı An Interview’la albümün derinlerine doğru içsel yolculuk devam eder. Bu kırılgan havanın, duyulan her bir sekansın bir hayal mahsülünden çok daha fazlası olduğunu idrak edebileceğiniz, içine sinen yaşanmışlık dozunun tesirinden uzunca bir süre çıkılamayan, minimalist kompoziyonun dahilinde üretilmiş Airplane gibi örneklendirmeler henüz ilk kayıtta daha lo-fi seslerle yine farkındalılık sağlanabilecek nitelikte kayıtlar sunulabileceğini kanıtlayan bir örnek olur. 20 dakikayı aşan süresi ile beraber hikayelendirmenin tüm eksik parçalarını keşfedebileceğiniz, tadımlık değil uzun soluklu dinletileri sevenler için giriş-gelişme-sonuç bölümleri ihtiva eden, kudretli olduğu kadar da kırılgan ses tasarılarının belirginleştirildiği elektronika / post rock kırması Short Story güzellemesiyle albüm dahilinde sunulanların hepimizin belirli sürelerde oyuncu olduğu bu hayat koşusunda düşüşlerimizi, endişelerimizi, acılarımızı, içimize attığımız çığlıklarımızı işittiren bir önerme olarak albümün de en yüksek odağını oluşturur. Jimmy LaValle’in yanısıra Benjamin White, Mike Vermillion ve Teri Hoefer’in konuk sanatçılar olarak yer aldıkları An Orchestrated Rise To Fall deneysel jiklet haline dönüştürülen post rock müziğin hakkıyla işlendiğinde elektronik yansılarla nasıl bütünlenebileceği konusunda ilginç, keşfedilesi bir önermeyi bütünleştirir.

Post rock’ın enstrümantal yörüngesinde yeni çağrıların yankılandığı, deneyselliği belirli bir kıvam ile beraber sunumlandırıldığı ikinci uzunçalar olan One Day I'll Be On Time 2001 yılında Tiger Style etiketinden yayınlanır. Fotoğraflarda o ana dair en gizemli durumları gözlerimizle görür ve manalandırmaya çalışırız. Durağanlaştırılan, sabit hale indirgenen görüntünün sunduklarında kendi okumalarımızı gerçekleştiririz. Biraz da hayal gücünün yardımıyla beraber fark edemediğimiz kimi küçük detayları da bu çerçevede görebilmek mümkündür. Yalnız fotoğrafın gerisini pek bilemeyiz. Etrafını kapsayan anın haleti ruhiyesini, resmin merkezine alınan insanın, yapının veya olayların dışını idrak etmeye çalışırız. One Day I’ll Be On Time en kesitrme tabirle bu çerçevenin dışını arşınlama imkanı sağlayan, meramını tez elden ulaştıran bir kurgulamayı oluşturur. Yüzeyler arası iletken ses alaşımları, drone öğelerinden, elektronika terennümlerine seyrüsefer eylediği kurgulama içinde cümlelerinizi oluşturmanız, baktığınız o fotoğrafı daha iyi okuyabilmeniz için kimi ipuçlarını ilk elden paylaşır. Albümün açılışını gerçekleştiren Gust Of... bu öndeyişi haklı çıkarıcasına somut, melankolik ve kompozisyonundaki sadeliğe nazaran çarpıcı bir işitsellik ile dinleyicileri selamlar. Buyur edildiğimiz eşikten devam ederek mümkünatların sorgulanabileceği, belki zihnimizin bir köşesini uzunca süredir meşgul eden bir soruyu çözümleyebilecek kadar kendiliğinden gelişen, minimalizmin klasik orkestrasyonu ile post rock damarının birleştirildiği kurgumasal The Mp, sayılı dream pop ses eriminde örneklendirilebilecek, City Centre Offices, Morr Music gibi ağırlıklı olarak bu istikamet dahilinde yeni önermeleri sunan plak şirketlerinden sunulan çalışmalarla özdeş The Audio Pool gibi dinlemesi kolay ama çözümlenmesinin uğraş gerektirdiği yapılar oluşturulur. Sis perdesinin ardından duyumsanan piyano akustiğinin, Depeche Mode’un müziğinden aşinalık sağlanabilecek derinlikli, melankolik ama tavizsiz new wave armonika Asleep, bu düş sahnesinin son sekansını oluşturan iyice muğlaklaştırılmış diyalogların görüntülendiği, Amerikana, yenilikçi Folk akımlarının arasında bir noktayı arşınlayan Glimmer gibi yetkin önermeler bir yandan Jimmy LaValle’in oluşturmaya çalıştığı ses erimini ayakları yere sağlam basan, kimi zaman aşina gelebilecek seslerden beslense de kendi özgün duruşunu yapılandırmaktan geri durmayan bir kolajı ortaya çıkartır. Sanatçının kotarmaya çalıştığı bu tamamlayıcılık imgesinin bir sonraki adımını 2005 yılında Seattle’da neredeyse bir başına gerçekleştirdiği Into The Blue Again albümü ile devam ettirebilmek mümkündür. Ağıt formunun, melankoli hüzmelerinin korunduğu çişelti halinde bir görünüp bir kaybolan deneysel vurgulamaların yanında sevdanın yitirttiği, değersiz kıldığı şeylerden beisler açan sözcüklerin de deneyimlendiği bir dinlencelik karşımızdadır. 2006 yılında Avrupa’da City Slang, Amerika’da ise Sub Pop Records etiketlerinden yayınlanan Into The Blue Again bütün seyrüsefer dahilinde enstrümantal elektonik-rock müziğinin yapısı hakkında nitelikli bir önerme olmayı başaracaktır. Modernizm düzeneğinin bireyi geliştirirken öte yandan fakirleştirdiği olguları derinlemesine kesitlerle irdeleyen, hayat ile temas noktasını müzik üzerinden kuran bir sunumlandırma albümde yer edinir. Sigur Rós’un ses teknisyenlerinden olan Birgir Jón Birgisson’ın kaydın miksajını İzlanda’da gerçekleştirdiği, The Black Heart Procession’dan Pall Jenkins’in geri vokal katkısını esirgmediği ve bir başka önemli elektronika ekibi olan Telefon Tel Aviv’den Joshua Eustis’in yer aldığı Into The Blue Again milenyum’un ilk on senesi içinde adı anılabilecek istisnai birkaç kayıttan birisini oluşturacaktır. Ses yelpazesi giderek genişletilirken ilk kayıttaki lo-fi ses dizgisinin devamlılığını da irdeleyebilmek mümkündür. The Light, yaylı partisyonunun bembeyaz bir platonun ucsuz bucaksız enginliğini paylaşan ağıt kurgu ile kaydı başlatır. Bir ayrılığın hikayesi üzerine düşülen sözcüklerin alıp götürdüğü, albümün lokomotif parçalarından birisi olan Always For You, Into The Blue Again’de elektronika yönünün kuvvetlendirildiği tadımlık birkaç örnek arasında anılabilir.Yazımızın en başından bu yana değinegeldiğimiz soğuğu her yönüyle mercek altına alan, ilitlediğimiz katıcıl duvarları aşabilmek için ümide sahip çıkmamızı salık veren Shine, melodik ambient tanımının dinlenebilir örneği Red-Eye kelimelerin gerçekten kifayetsiz kalacağı bir düzenleme ile The Album Leaf külliyatında ön plan çıkmayı başaran kayıtlardan bir diğerini oluşturur. Müziğin kalıplara bağımlı tekdüzeliğinden sıkılanlar için yeterince alternatif sunmayı amaç edinen albümün Sigur Rós, Explosions In The Sky, Her Space Holiday vd. gibi post rock cenahının adı anılası ekiplerinin önermeleriyle benzeş hatta ilerleyen Into The Sea gibi değişken yapılar da kulaklarımıza çalınır. Popüler olanın tüketilip unutulurluğuna nazire edercesine kolaylıkla dinlenebilen kurgunun neden hala yitip gitmediği sorusunun yanıtını bize göre oluşturan Wishful Thinking parçasıyla nihai sona ulaşırız. Anlam aramaktan yorulan, düşlerini yitiren, düştüğü yerde yalnız kalanların algılayabilecekleri öznel elektronik sinyallerle bezeli kulakta yer edinen minimalist bir döngü olan Broken Arrow parçası Into The Blue Again’in tamamlar. Somut yanıtlara birkaç adım daha yaklaşılmıştır artık. Gecenin kederinde dinlenildiğinde çarpıcılığını bir kat daha arttıran, insanı sus pus kılan bir son noktadır.
2 Şubat 2010 tarihinde Sub Pop Records etiketiyle yayınlanacak olan beşinci uzunçalar A Chorus Of Storytellers ile ilgili notlarımızı paylaşalım. Tekrara düşülmeden türetilebilecek müzikal yapıları oluşturmak konusunda çaba sarf eden Jimmy LaValle’in dört senelik bir aranın ardından türettiği bu yeni albüm herşeyden önce konserlerde sanatçıya eşlik eden müzisyenlerin katıldıkları ve hemen tüm kayıtların canlı olarak icra edildiği bir bütünlük barındırmaktadır. Jimmy LaValle gibi multi-enstrümantalist Matthew Resovich, gitarist Drew Andrews, baterist Timothy Reece, bassist Luis Hermosillo’in başatlığında San Diego’da gerçekleştirilen kayıtlar yine Birgir Jón Birgisson’un mahir ellerinde işlenerek kulaklarımıza ulaştırılır. Hikaye anlatıcılarının kendi özgün imlerini bıraktıkları bir güncel kayıt olacaktır A Chorus Of Storytellers. Sinematografik yansılarla beraber, new age’den, post-rock’a ve hatta modern klasik müziğe varan bir çeşitlilik kayıt dahilinde sunulur. Yengilerden çok çektiğimiz bir zaman diliminde, sözler yarım kaldığında kulak kabartılabilecek hiç umulmadık umut tazelemelerine girişebileceğiniz bir yapı ortaya çıkartılır. Alışkın olduğumuzdan farklı olarak bütün bunları kuru kuruya sözcüklerin klişeleşmiş örneklerle değil alabildiğince geniş tutulmuş olan yapılar dahilinde yankılanan melodiler arasında duyumsayabilmek söz konusudur. Albümün hemen başında yer alan Perro saha kayıtlarının üzerine işlenmiş minimalist kompozisyonun bir önceki kayıt Into The Blue Sea’nin bıraktığı yerden devam ettiği dinlencelik ile başlar. Saydamlaştırılmış bir post rock seslendirilişi olan, sözlerine özenle kulak kabartmanızı salık vereceğimiz There Is A Wind taşların artık yerine oturduğunu anlaşılır kılan, özgün bir deneyimi beraberinde getirir. Sese kulak verdikçe bilinmzelik sınırlarında yeni gedikler açabilmeyi ümit edebilecek kadar başlangıç için yeterli bir kurgumasal. The Notwist’in Music For The Storm uzun çalarında dinlediklerimizle paralel, doludizgin ilerleyen melankolik, zaman zaman yenilikçi folk’un sınırlarını yoklayan, avantür Within Dreams, zanaatın kulakları şenlendirdiği Stand Still gibi farklı odakları birbirine ilintileyen şarkılar albümde yer edinir. Ambient tonlarının neo klasik sınırlarından ses verdiği, albümün hüzünbaz yönünde adı muhakkak anılacak parçalardan Summer Fog, belki bu kadar satır içerisinde anlatamadıklarımızı 4 dakikalık sürede ulaştırması açısından bile ayrı bir yere konulmayı hak eden kayıtlardan birisi olduğunu ifade etmeliyiz. Boşluk doldurmak için güftesi, bestesi tertip edilmiş müziklerin dışında dinleyen kısmından olan bizlere mesajlarını barındıran ve tek kelimeyle muazzam bir zamansız pop baladı We Are ile albümün kapanış parçasına ulaşırız. Tesir etmesi için reçeteye ihtiyaç duyulmayacak kadar kartlarını açık oynayan Jimmy LaValle ve tayfasının ürettiği müziğin tam kapsamı nedir sorusunun yanıtını ilk elden verecek olan Tied Knots ile A Chorus Of Storytellers sona erer. The Album Leaf, hiç olmadığı kadar çıtayı yükseltebilmek konusunda çaba harcanan, uzun zamandır dinlediğimiz büyük sözler söylemeden de iddialı olunabilecek kayıtların ortaya çıkartılabilirliğini kanıtlayan bir yapılandırmaya doğru evriliyor.

...Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam...İyi Haftalar...

Allame-i Ulul Arz’dan Ara Nağmeler
Okuma Parçası
Sendikal Hareket Küllerinden Yeniden Doğabilir – Görkem DOĞAN – Birgün
Sınıf Mücadelesinin ABC’si – Sungur SAVRAN – Radikal 2
Tekel Direnişinden Siyaset Dersleri – Merdan YANARDAĞ – Sol.org.tr
Merhamet Mehmet! - Umur TALU – Habertürk
İşimiz Çetin – Özgür MUMCU – Birgün
Halkların Devreye Girme Zamanı – Naomi KLEIN Röportajı – Ömer MADRA – Açık Radyo
Grev Güncesi – Ankara Tekel Direnişi
Grev Güncesi - Sabah / ATV Emekçileri

Değerlendirilesi Güncel Makale ve Yazılar
Bu Kısırdöngüyü Kırın! – Joost LAGENDIJK – Radikal
Poyrazköy’ün Hatırlattığı Rastlantılar... – Cengiz ÇANDAR – Referans
Ruhların Eski Barınakları – Bülent USTA – Birgün
Howard Zinn – Eleştirel Günlük
Şehrin İnsanı – Cüneyt UZUNLAR – Açık Koyu
Benlik / Özbenlik – Kali Rind – Serbest Yazarlar
Senin Hikayen - Dream Endless – Limbo Pillow
Replikas Ya Da Bilinçaltının Dip Boyası Geldi – Savaş ÇAĞMAN – Kesmeşeker Piramitleri
Hey What’s That Sound: Turntablism - David MCNAMEE – The Guardian / Music

The Album Leaf Official
The Album Leaf At Myspace
The Album Leaf At Sub Pop Records
The Album Leaf Always For You By Aaron Stewart – Sub Pop Records Youtube Page
The Album Leaf / Jimmy LaValle Interview – Alma GALVAN – The Scenestar
The Album Leaf – A Chorus Of Storytellers Album Review – David STUBBS – BBC Music
The Album Leaf – ii – 13Melek
Chihei Hatakeyama Official
Chihei Hatakeyama At Myspace
Chihei Hatakeyama / Tochka At TIFF
Strom Noir At Myspace
Strom Noir At Hibernate
Strom Noir At Ambient Music Blog
Billy Gomberg Official
Offthesky Official
Billy Gomberg + Offthesky – Flyover Sound Album At Experimedia
Billy Gomberg + Offthesky – Flyover Sound Album Review - Joshua MEGGITT – Cyclic Defrost
Laura Gibson & Ethan Rose Official
Laura Gibson & Ethan Rose At Myspace
Laura Gibson & Ethan Rose At Holocene Music
Portland Stories Review – Orange - Common Folk Meadow
Maymay / Laurel Simmons At Myspace
Rauelsson / Raúl Pastor Medall At Myspace
Keepsakes – Halos & Bright Lights – Fluid Radio – Mixcloud
Seven Saturdays Official
Seven Saturdays At Myspace
Seven Saturdays At Team Clermont

Enternasyonel Gürül/(tü)Gürül Çağlama Clicks,Cuts,Micro,Id,Neo Galactica,Space Tunes, Indie,Mini-m@l,Textart,64 Bit Konvasiyonel Techno Musikileri-Esenlikle Dinleyiniz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – makina10.45[nospam]gmail[dot]com – Makina
Her Pazartesi Gecesi 22:00 -23:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
---------------------------------------------------------
>>>>>Info Go-R-Sel Bar Exam: Cy Pres Doctrine
Zach Stern’s Flickr Page
Resim – Evren ÖZESEN – Tekel Direnişi
The Album Leaf’s Photos Courtesy From Below Listed Web Site:
Sub Pop Records / Press Section

>>>>>Poemé
Rüzgârı Acıtan Doğu – Bejan MATUR

Geldim
Suskun ve kederli
Bıraktım kendimi toprağına
Kalbim bekle diyordu
Bir tapınak bu geç olmadan.
Ama geciktim
Gölgesi kalmış duvarların
Kendileri gitmiş uzaklara

Doğu diyorum bazan
Rüzgârı acıtan doğu
Yeter mi anlamama.
Avunmak için
Dörtlükler ve haritalar
Topladım çantama
Taşlar biriktirdim
Saçlarımı uzattım kahırla.

Senden konuşan
O tuhaf kalabalığın ortasında
Baktım dağ göllerinin derin uykusuna
Görünen tüm yollara baktım
Gücüm yok
Acıyan yaralarını sormaya

Orada
Tanrının biliniyor kuşlar
Kadınlar tanrının biliyor kuşları
Ve soruyorlar ona
Tanrım ne yaptık sana
Kuşlarının kanatlarını mı kırdık
Ne yaptık sana

Tanrı sessiz
Annem kadar sessiz
Bakarak
Neden bekliyorsunuz burada
Diyordu kalanlara

Ah sevgili ten
Neden bekliyorsun burada
Alıp kokunu git
Git
O acı rüzgârın ardından.

Comments

Travis said…
o neydi be =)
Unknown said…
çok güzel post!