Deuss Ex Machina # 439 - sorgen som ikke snakker


Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_439_--_sorgen som ikke snakker

25 Şubat 2013 Pazartesi gecesi "canlı" yayınlanmış programın parça dizinidir.

>>>>>sesli meram muhteviyatı<<<<<
dolaşıma çıkartılmayan seslerle yeni tümceler oluşturmak: Yiğit A. a.k.a. 13melek (Külliyat / Neşriyat / Levazımat)
o.Boduf Songs - Fiery The Angels Fell (Southern Records)
n.L. Pierre - KAB 1340 (Melodic)
ü.Broadcast - Teresa, Lark Of Ascension (Warp Records)
ç.Mountains - Living Lens (Thrill Jockey)
m.Barn Owl - Void Redux (Thrill Jockey)
e.Grouper - Vital (Kranky)
l.Prurient - Chosen Books (Hydra Head Records)
e.JK Flesh - Deceiver (Hydra Head Records)
k.Applescal - On The Way (Atomnation)
o.Nosaj Thing - Eclipse / Blue (Innovative Leisure Records)

sorgen som ikke snakker
(439)

alabildiğince sentetikleşip baskın bir biçimde plastikleşen enikonu her defasında birbirinin turnusolü olan laf ebeliklerinden kendini yeniden konumlandırır görünen gel gelelim olduğu yerde sabit kalan, duran, salt bir doğrunun varlığı etrafında yüceltilmeye gayretkeş olunan günün getirdikleri hanesinde yeni koyaklar, aşılmaz kara deliklerin tanımlandırılmasına müsammaha gösterilen bir güncellik çevremizi sarmalıyor. sarıp duruyor. durduğumuz yer, bakındığımız çehre, algıladığımız çevre tamamen başka bir boyuta doğru evrilmekteyken, evet bütün bunlar üç duyuyu bunca elinin altında kullanıma hazır ve nazır olduğunu değil anlık, hemen her dakika yineleyip duran bir ahvalin mensuplarınca sıklıkla tekrara alıştırılırken, hal böyleyken ne gibi sonuçsuzluklara buyur edildiğimiz meydana çıkıyor bu muallak deryasında. ipin ucunun kaçmasıyla beraber nerede ne hatalar yapılıyor sorgusu sorulmasının önü alındığından bu yana kendi yağında kavrulup duran bir secere dökümleniyor bu muallak deryasında. her şey muallakta, hepimiz muallaklardan taraf ya da bertaraf konumlandırılmalarımız neticesinde atıp tutuyor, tutulup kalıyoruz.

bahsettik ya sabit kalıyoruz diyerek, sabıklığın en naçar sahnelemelerinde kendimize uygun olanın yanında bir heves iki kalas koş koş koşar adım yerimizi bellemeye çabalanıyoruz. insani olanın değil artık plastikleştikçe, metalarla arasını kovalayıp duran çıkarının etrafından illa ki kazanımlar peşinde koşulduğu izlenimi uyandırılan yeni ülkeyi yenisi eskisi malum bir görüngünün hatırlattıkları, hafızaya kazıdıkları etrafından derli toplu tahlile girişmenin gereksiz bir çabalanım olduğunu muştulayanların hemen her teşebbüste tahakkümlerini sundukları günü geçirip duruyoruz. gün geçiyor sanıyoruz yaralarımız açık. günün içinde bir o yana bir bu yana sallanıp yuvarlanıyoruz. değinilerin içeriğinde bahse konu edilenlerin yol vermiş olduğu bilindikliği, aşinalığı değil her durumda yerginin başkaca bir türlüsünü kör bulduğuna, topal tuttuğuna yakıştırırmış kabilinden başka saiklerde yeniden öğreniyoruz. tanıklık ettiğimizi orada burada ilanen zikr ettiklerimiz için kıllarını kıpırdatma konusunda tereddütlerini aşamayanların, bir türlü karara eremeyenlerin ermiş görünüp de bu gayya kuyusunun karanlığını daimi kıldıklarını artık biliyoruz.

elitizmin resmi sözcülüğünde neredeyse birbirlerinin lime lime edilmesini hep umanların çoğaltımlarından uzak kelamın şifasının bu tatavlalardan daha üstün olarak değerlendirileceği günleri arayıp duruyoruz. öyle ya muallakların arasında, muallakta konulanlara bunca sımsıkı bağla kendini sınırlandıranların çoğulculuğuna karşı elde kalan tek şey ümit değil midir? fakirin tek dayanağı, hayata tutunabileceği yegane edimi olan ümit değil midir? pespayelik içerisinde kokuştukça, kokusunu artık işitmez oldukça belirgin bir biçimde çevreye yaymış oldukları nefretin tohumlarından yayılanı fark edebilmelerini bekleyedurduğumuz zehirli sarmaşıklara karşı elde tek kalan umut değil midir? bir gün, başkasının pekala o bildiklerini alaşağı edeceğini, ittirip kaktırıp doğru yol diye savunduklarını, direttiklerini yerle yeksan edecek olan sorgulayıcılık zahiri o umut tarifinin içeriğinde değil midir? halen değil midir? gözlemlerin anlaşılabilirliğini oluşturacak, akla düşürecek şey el birliğiyle doğrunun aranmasıdır. el birliğiyle doğrunun tanımlandırılmasıdır.

muallakta konulanların seçme üstatların laflarıyla donatılarak kurgulanmış olan metin veya yazınsallar dahilinde bir görünüp bir kaybolduğu geçici çözümlemelerden, gün kurtarmalardan uzaklaşmanın zamanı gelmemiş midir? halen heder edilebilecek o kadar rahat davranılabilecek her şeye karşın olumlandırılabilir tek bir cümle kurmayanların peşinde bir günün daha iyi geçebileceğini düşleyebilmek hülasa hayal kırıklığı olmayacağını anlamlandırabilmek zorda mıdır? nedir allasen!. dönüşüme müsammahayı gösterdiği sanılan yüz kırk karakterli mecralardan, ne bulursak paylaştığımız yüz görümlülüğü sitelerine, vitrin olarak değerlerimizi iliştirdiğimiz görsel hafıza tazeletici ağ kurgularına ve daha pek çoğunda bu ufak, tefek görünen detayların üzerinden bir okumaya girişmenin henüz sırası gelmemiş midir? elde kalan ufak ümit kırınıtlarını da siz bilmezsiniz, yolu açın önümüzü tıkamayın diye bas bas bağrınanların; gösteregeldiği alelalede değil bildiğini basbayağı sıradan bir gündeliklik itaatidir. gündelikliği kotaran, tahakkümü sonsuza kadar sürecekmiş gibi belleten iktidarın tasdikçiliğidir ayabiliyor musunuz?

ne yaptıysak o, ne dediysek şu sonuçtan daha müreffehi, daha olumlusu olmayacak diye tutturulup giden yol muallak tasvirinin içini, dışını doludizginleştiren bir sahanlık haline dönüştürür. cismanileştirir. bunun ötesine geçebilmek için yapılıp durulan hemen her şeyi bir seferde heder ettirmeye ant içenlerin, olabildiğince kolay bir biçimde münferit kardeşler, yakaşımlar, kümeler olarak resmedilmesinin bu ülkenin halini pür mealini nasıl bir odağa zamk ile tutturduğunu görebiliyor musunuz? çabalanıyor musunuz? kendiliğinden doğrunun ortaya çıkartılmayacağı bunca belirginken, belletilmişken yaftalamaların sınırlarında dolaşıma sokulanların berfo ana'nın derdi, ani balıkçı'nın hüznü, sultan aykar'ın endişesi, lice'de dağı taşı ovayı tutarak öldürmeyeceksiniz diye haykıran halkın avazı, yıllardır sorgulanamayıp, önemsenmeyip bir kenara terk edilen nicelerinin yaralarının ve dertlenişlerinin merhemini bulamayacağımız sonucunu üzerimize tutturduğunu, o kırılganlığı akıllara mıhlattığını imdi görüyor musunuz? anlamlandırabiliyor musunuz? barış teşebbüslerinin ardı sıra birer ikişer kuru kuruya denkleştirilmiş beton millet sakarya nutuklarının ölümlerin önünü almak / nihayetinde sonlandırmak için gayretkeşliklerin çabalanımların neticesiz bıraktırılması hepimiz için yıkım olmayacak mıdır?

'korku' alelalde değil basbayağı hesaplı kitaplı bir biçimde yüreklere salındıktan sonra bir yerlerde kopan avazların derdini, en önemlisi nedenini sorgulayabilmek için bir şansımızın olmayacağının idrakına erebilmek için daha ne başa gelmelidir? hangi evrelerde şüphe, şüphe, şüphe diye muştulayan, sekiz sütuna manşet kin / öfke / nefret sağaltımlarına sineye çekip birlik ve beraberliğimiz masallarında, masal masal matitaslarında yol kat etmeliyiz. zamanı heder etmeliyiz. ulaştığımız menzil gün dediğimizin içerisinde günübirlik olarak değerlendirilen sonra unutuş tarlasına terk edilen şeylerin aşağıdan olanların!, aşağıda varlığını sürdürmekte olanların, yani bizlerin düzayak söyleyecek olursak halkların birbirlerinin dertlerinde kendi geleceklerini görmeleri, anlayabilmeleri için hangi felaketleri daha tecrübe etmeliyiz. yetmemiş midir? yeterli gelmeyecek midir bunca sınanış silsilesi. hallerimiz ortadayken, handiyse dımdızlak bir başımıza konulmuşken bu sathı mahalde durup da yeter artık diyebilmek, her defasında söylenedurduğumuz basit görünüp de adımların atılması zor ve engebeli bir macera olarak değerlendirilen bu ülke tasvirinde ışığa ulaşabilmek, onu yaygınlaştırabilmek gayesine düşmek ne zaman mümkün olacaktır, hangi zaman!.

kelamların kolaylıkla yaftalar ile tecrübe edildiği, denek bellendiği bir yerde insana ait olanın vicdana bağlı bulunanın basit metinlerde, koftiden seslenişlerde olmadığını irdeleyebilmek, anlamak için alim olmamız gerekmemekteyken şartların, şartlanmışlıkların kotardığı böylesi dikenli yollardan feraha bir arpa boyu yol kat edebilmek için çabalanmayı akla düşürmenin gerekliliğini sorguluyor musunuz!. denk getirilebilirliği, rastlama sıklığı, yoğunluğunun artışı veya tersi, uzaklaşma, uzakta kalma çabasına karşın sahnesine ulaşmaktaki dakikliği, zerre-i miskal rötarsızlığı ile beraber yadsınamaz bir biçimde asli, has öğemiz haline dönüştürülen, nerede yaşadığımızı sıklıkla ikrar edebilmemize vesile olan bir edimdir acılar. ayrıştırılmazımız. komplike tek bir hamlede bahsi toparlanamayacak ve ziyadesiyle yıpratıcı olan, bir o kadar da dikenlerini bizler için saklamaya devam eden gizemin öteki adlarındandır acılar. nerede durduğumuzu, ne ile yoğrulduğumuzu, neye çabalandığımızın pek önemli anlaşılamadan salıverilen olur olur diye desteklenip, öne sürülen menzilde az çekmemişçe, az ağıt yakılmadığı intibasıyla ve evet bütün bunlardan bir haber yaşadıklarınız, yaşayacaklarınızın teminatıdır diyen muktedirlik makamında kim oturursa onun daha çok benimsediği, koltuk çıktığıdır acılar.

basit bir merama dönüşemeyecek kadar çok katmanlı yüklendiğimiz. yüce makamların anlamayacağı cinsten hakikatin bambaşka yüzeylerinde hep bizim yerimize alınan kararların, iyiliğimiz ve güzelliğimize olduğunun belirtilmesine rağmen hep tersinden çıkmasını kanıtlayan acılar. acılarımız. vurgusunu duyurmak istediğimiz, çerçevenin genelin / ahvalin ehven bulduğunun dışında kalan, ötelenen, itilenlerin 'asli unsur' olmalarına, daha kırk fırın ekmek var diye söylenegelenlerin sırtlarından eksik edilmeyen acılardır. biteviye tekrarlardan mülhem bir kesitten ibaret olmayan ve hemen her defasında yaşatılacaklar konusunun elim bir sürpriz kabilinden değerlendirildiği / görüldüğü acılar. halen doludizgin başımızda, ensemizde bitiveren yanımızda, yöremizde çat kapı yoklayan acılar. kollektif bellek olarak öğrenilmişin her defasında yeter artık kısmını hatırlarken, hatırlatırken iki arada bir derede ortalığa çıkan yetmez daha fazla tahakküm / zorbalık diye diretmelerin ve hallenmelerin tümünü gösteregelendir acılar. plastikleşen duyarlılıkların, balık hafızalılık ile terbiye edildiği / unutmaktan gayrısının terörizmin yandaşlığı olarak resmedildiği atarların belirli klişelerle yeniden örüldüğü / dönüştürüldüğü bir mevhumda bunca çabalanıma / örtbas gayretkeşliğine rağmen hala aklımızda olan acılar.

içimize işlenmiş kodlanışlarımızın, hamişlerimizin tam karşılığı olan acılar. değiniler kelimeleri yan yana dizebilmek öylesine zor ki tekrara düşmeksizin tahrifatın nelere kadir olduğunu anlatmaya yetersiz kalacak ve kani olunamayacak acılarımızın tahliline gayrettir okuduğunuz ya da göz gezdirdiğiniz bu kelime çorbası. soluk alıp vermek gibi sürekliliği söz konusu edildiğinde acının bir devamlılık dinamiğinin bulunduğu bir ihtimal anlaşılır, anlamlandırılabilir diyedir bu kıraat yekünü. basit tepkimelerle karşılamaların-onamaların, münferit nam sesleniş ve çağrıların bir anda buz dağının görünmeyen, bilinmeyen başka bir yüzünü eksik gedik olmaksızın gösterip, anlamlandırabilmemize yol veren bir ağıdın kendisidir acılar. görmeye çabalanmadıkça, ermedikçe ve kıyaslamalardan kurtarmadıkça birimizin yüklendiği acıları diğerininki ile kıyastan ve daha kolay altından kalkılabilir olmadığını anlatmak acının sathını, sirayet ediş hallerini tasvir edilenlerden bağımsızlaştırarak okumanın gerekliliğini ortaya çıkartmaktadır. kıyaslama hatasına düşüldüğünde vay ki düşene!, bitmek bilmeyecek, sonuçsuz bir istatistikler savaşımı devreye sokulur, acının yıpratıcılığını önemsizleştirerek bütün o rakam olarak adledilenlerin peşi sıra vicdan tahrif edilmektedir.

buna ve benzerlerine can havliyle koş koş tebelleş olunur. oysa bahsi açılması gereken başımızın üzerinde sallandırılmaya devam edilen giyotinin sen-ben, biz-sizden uzak hepimizi hedefine konumlandırmasıdır. hepimizin hedeflendiğidir. basit ve yalın bir biçimde değinirsek ortak aklın tahayyülüne kulağı tıkamaya devam edildiği müddetçe, kurtuluş yoktur tek başına o sallanıp duran, ikaz ve tehditin görünür yüzü olan giyotinin irininden, ölüm çağrısının karanlığından, tehditinden gayrı, başka. acının bu sınırlardaki varlığı daima kutsanıp kollanmaya devam edilirken el verip, ses ekleyebildiğimiz bütün bunlara takatimiz yoksa bile mücadelelerini olumladığımız kişi veya kollektiflerin yanlarında durabilmek lazımgelendir. şifanın kolayca bulunmayacağı artık belirginken bu kadar kesin anlaşılabilirken açık seçik hala karşılaştığımız ama ve fakatların bizleri nerelere taşıdığını ve hangi kıyılara iteklediğinin takdirini sizlere bırakıyoruz. şüphe sorun mevhumunun  / meselesinin özde toparlayıp önümüze serdiği, sunduğu ya da paylaştıklarının menzilinden sunulanlara karşı geliştirilmedikçe her defasında layığınız bu, kaçarınız yok hakkınız böylesidir denilerek cehennemi tasvirlerin refakatinde günyüzü görmeyeceğimiz anlaşılmalıdır.

kaide diye taş konulmaksızın, tekçe sesleniş ve çağrıların, atfedişlerin her seferinde bu acı metaforunu gerçekçil bir yıkıma evirmektedir. her seferinde ta 1894'den bu yana..  anlamlandırabiliyor musunuz? tüm yergilerin aynı menzilden tekleştirilmesi-tekdüzeleştirilmesini bir istinai hamle imaj tazleme çabalarından çok daha derinlemesine üzerine düşünülmesi gereken bir çok farkındalılık öğesini beraberinde getirmektedir. şapkayı koyduğumuz masanın tam kenarına taşımaktadır.  yalın bir tanımlandırma olarak erkin karşısında bellediklerine karşı reva gördüklerini anlamlandırılır kılandır o aralıktan sızdırılanlar. ciğer yangın yerine dönmüşken halen buranın ehven / uzlaşılabilir olduğunu tam ve eksiksiz bir biçimde düşünmemizi salık veren terennümler hiç zannedildiği ya da belirtildiği gibi bir yerde yaşam sürmediğimizi aynalayacak / kesintisiz bir surete dönüştürecektir. saikleri, detayları birbirleriyle iliştirdiğimizde, noktaları birleştirdiğimizde her olan bitenin ardından ortaya çıkartılan resim, irade nam sınırlandırma girişimlerinde seslendirilenlere kulak kesildiğimizde bu fecaat çarkının süreklileştirilmesini türlü çeşit kesitten, kesintiden, mani olandan bağımsız bir biçimde irdeleyebilmek olasıdır. mümkündür. dosdoğru kestirmeden iliştirirsek acı hepimizin benliğidir. hepimizden bir parçanın saklı durduğu, rehin kaldığı... acı hepimiz için bu sınırlar içerisinde sınanmaların sonsuzluğunun diğer adlandırılışıdır.. acı her birimizin, erkin gözünde öteki olma ihtimalinin, bir şans oyunu kazanma ihtimalinden daha yüksek olduğunu bildiren, hatırlatan bir edimin kendisidir. acı ne günyüzünde, ne gecenin karanlığında kolayca kendini ele vermezse de görünmese de varlığının, sahneyi ne zaman kapsayacağı hep çatkapılarla bağlantılanacak olduğu hep akılda tutulası bir edimdir. ve acı salt ona, buna değil hepimizin ortak aklına kastedendir... düşünenlere ithafen... bunca karaşınlıkta... bir başına...

>>>>>Bildirgeç
Taş Ufağı - Ertuğrul MAVİOĞLU - Birgün*

Bu ülke gözaltına alıp asit kuyularında eritmediyse, kaybettiği evlatlarının dört bir yana saçılmış kemiklerinin üzerindeki hoyrat ve bir o kadar da umursamaz yürüyüşünü sürdürmekte. Biri zarar gördüğünde,  “Taş ufağı değil insan ufağı” derdi babam; ona sahip çıkacak başka insanların var olduğunu düşünerek. Ne var ki öyle olmadı; kayıp çocuklara taş ufağı muamelesi yapıldı hep. Bakmayın, zaman zaman yok edilmiş civan delikanlıların, atılan nutuklara kenar süsü yapıldığına;  memleketin muktedirleri, 1980’den bu yana sadece taze beyinleri yiyerek yaralarını sağaltmaya çalışan Kral Dehak’a her geçen gün daha çok benzemekte. Sadece kaybederek değil, kemiklerini dört bir yana saçıp, korku iksiriyle kaynattıkları acıyı tüm ahaliye içirerek.

Bitlis’in bir toplu mezar cehennemi Mutki’de askeriyenin çöplüğünün yanından yürürken; dağların arasındaki yolun kenarına teğet uçurumun ufkuna doğru bakarken; kahvelerde otururken yarı bele dayanan karın erimesine duyulan hasret bir yana, yeni kemiklerin ortaya çıkacağı endişesi kulaklara fısıldanırken;  her nasılsa canlı kalmış bedenlerdeki hastalık belilrtisi hemen sezilebilir. Bebelerin masallarla değil, kaybolmuş dayı, amca, abi, abla, teyze öyküleriyle uykuya dalmaları ve ortaklaşmış rüyalarında enselerinden tutulup karanlık kuyulara atılmaları tesadüf değil.

Kulaktan Kulağa

Öyküler dilden dile, kulaktan kulağa uzanan yolculuğunda, fark ettirmeden efsanelere dönüşmekte. Üzerinden defalarca geçen cemsenin bir türlü dümdüz edemediği genç kadının, askerler uzaklaştıktan hemen sonra olduğu yerde dönerek başını kıbleye çevirdiğinden bütün yaşlılar emindir.  Sanki dün olmuş gibi; yemin kasem anlatılır evlatlara, torunlara...  Öldürülüp cesedi kim bilir hangi çukuru dolduran bir başka gerillanın ablası, o gece uykusunu yaran düşünden çıkarak hakikati kendi diliyle yeniden anlatabilir: “Bembeyaz elbiseler içinde, yeleleri altın bir atın üzerindeydi. Gelin olmuştu, kırmızı başlığını ben bağladım, omuzuna yaslanıp hüngür hüngür ağladım. Düğünde ağlanır mı, ben yaşımı tutamadım. Tam o an yatağımdan sıçradım. Sabah geldiler, 'bacın ölmüş' dediler.”

Berfo Ana rahmete kavuşmadan önce söylememiş miydi; gözaltına alınıp bir daha göstermedikleri oğlu Cemil için: “Kapımı kilitlemiyorum. Belki bir gün çıkar gelir, gelirse kapıyı kilitli bulmasın diye hep açık tutuyorum.”  Kayıp oğul için soğukta, yağmurda, çamurda, karda kalmasın diye, evin kapısının 33 yıl açık kalabileceğini, güvenlikli sitelerde çelik kapıların ardına sığınmış hayatlara anlatabilir misiniz? ‘Ateş düştüğü yeri yakar’ sözü laf olsun diye edilmez, halk bilgeliğidir. Aylarca, yıllarca bekleyip bulamamanın acısını, oğullarını kızlarını yitirenlerden gayrı kimsenin gerçekten anlamamasının ardında yatanlar çok bilindik.

Bir Ömür Kaç Senedir?

Berfo Ana, o uzun bekleyişinde oğlu Cemil’e kavuşamadı. Sonra ‘hiç değilse kemiklerini verin’ dedi, vermediler.  Bir ömür kaç senedir? Berfo Ana fazlasını da yaşadı, ne oğul kokusunu bir daha içine çekebildi, ne de mezarını gözünün yaşıyla sulayabildi.  105’inde göçtü gitti bu dünyadan, son nefesinde Cemil’ini kaybedenlere okuduğu lanet, hâlâ dilindeydi.

Lakin Berfo Ana’yı uğurlasak da hiç bir ayrıntı eksilmedi hikâyemizden. Mesela Berfo Kırbayır en yaşlı kayıp annesiydi ve şimdi bayrağı Hayrettin Eren’in Elmas Ana'sı devraldı. Kayıp annelerinin öyküleri zorba, gaddar ve ceberrut olana dairdir ve hep birbirine benzer. Elmas Ana’nın öyküsünün içinden de 12 Eylül geçer mesela. Hayrettin’in gözaltına alındığını bilenler, duyanlar, görenler vardır, tıpkı Cemil’in ayan beyan alınıp götürülmesi gibi. Karakolun kayıt defterinde adı yazılıdır, sonradan yırtılır o sayfa.  Mesela Elmas Ana da günlerce, aylarca, yıllarca oğlunu arar; aynı Berfo Ana gibi. Gayrettepe’deki siyasi şubenin otoparkında Hayrettin’in arabasını görür, kapıya gider, yanıt çok tanıdıktır: “Yok burada, git başka yerde ara.”

Elmas Ana da 33 yıldır beklemektedir. Az sonra çıkıp kapıdan eve geleceği umudunu hiç yitirmez, beş vakit oğluna dualar okur. Dememiş miydi bir defasında Çerkes atasözüyle, “Atı kaybolanın kulağından at sesi gitmezmiş" diye. Oğlu kaybolanın kulağından oğul sesi de hiç gitmez.

‘Kuş Bile Kaçamaz’

1980 – 1990 arası İstanbul’da, Ankara’da, Bingöl’de, Siirt’te, Kars’ta, Siverek’te ve Hakkari'de tam 12 genç bu bodrum katlarında çığlık çığlığa kaybedildi. 18 Eylül 1980’de gözaltına alınan Hüseyin Morsümbül de bu 12 kayıp arasındadır, bilenler bilir. Babası ile birlikte evden götürmüşlerdi, gizli kapaklı bir yerlerden değil. Sonra ‘Hüseyin kaçtı’ dedi gardiyanlardan biri.  Baba şaşkın, acılı. Gördüğü işkence yüzünden kan dolmuş ağzından ok gibi fırlamıştı itirazı ki ne fayda:  "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."

1990 sonrası ise tam bir cehennem.  1991’de 4, 1992’de 8, 1993’te 36, 1994’te 229, 1995’de 121, 1996’da 68, 1997’de 45, 1998’de 9 insan kaybedildi. Liste böyle uzayıp gidiyor, tam 757 kayıp candan söz ediyoruz; kimi gözaltında, kimi dağ başlarında kurşunlanarak, kimi kaçırılıp asit kuyularına atılarak yoklar ülkesine gönderilmiş insanlardan...

Cehennemden Kalma

Geçen yıl Mardin’in Dargeçit ilçesinde yapılan kazılarda bulunan kemiklerin Mehmet Ali Aslan adlı gence ait olduğu kesinleşince, derin bir nefes alanlar olmuştur. 1995’te altı kişiyle birlikte alındığında 19 yaşındaydı. Kemikleri değil kendisi bulunaydı, şimdi 37’sinde olacaktı. Kaybedildiğinde iki aylık bir oğlu varmış, şimdi 18’ine değmiş, “Babamın artık bir mezarı olacak” diyor, hiç bilmemiş aslında, anlatılanlardan hissetmiş ve öyle sevmiş baba kokusunu. O zamanlar 60’ında olan baba İbrahim Aslan’ın “Her kuyunun dibinde oğlumu aradım” sözü okuyan için bir gazete haberi, onun için ise yaşamın kendisi. Başka kemikler var Dargeçit’ten çıkan, aileler umutlu. Seyhan Doğan ya da Abdurrahmen Coşkun’a ait olabilir; biri 13, diğeri 14’ünde iki çocuğa… Kemikler eşleşse analar, babalar teselli bulacak, “oğul gitti ama hiç değilse artık bir mezarı var” diyecekler.

Cumartesi anneleri Galatasaray’da, Diyarbakır’da, Şırnak’ta yüzlerce haftadır oturuyorlar, bir avuçlar, kar kış demeden oğullarını, kızlarını, babalarını, annelerini, eşlerini arıyorlar; bir mezar ve sorulacak bin hesap için.  Berfo Ana öldü, onu makamında kabul buyuran Başbakan’ın yalanını ancak öyle anımsadık. Daha önce de onlarcası sessizce gitmişti oysa, binbir yalanla yüzleşip nöbet yerlerini yenilere bırakarak…

Artık Elmas Eren en yaşlı kayıp annesi. Yılmadan Hayrettin’i arıyor. Onun her cümlesi oğlunun ‘taş ufağı’ değil, insan ufağı olduğunu yeniden anımsatıyor hepimize ve insan kalabileceksek eğer, basıp üzerlerine kayıplarımızın, yürüyüp gidemeyeceğimizi…

* Akla düşenler, yola çıkıldıkça derinleşen açmazlar ve sorun yumaklarının bireyi neredeyse dakika sekmeksizin nefessiz bırakışı karşısında hala "akil" olanı aramaya devam ediyoruz. Akil olanın belirli kural ve kıstaslarla belirlenmiş zümreler için özel bir armağan olmadığına inatla inanmak istiyoruz. Derdimiz meramın görünür kılınabilmesi. Bahis açtıklarımız anaakımın yüz göz olmaya tenezzül etmedikleri. Etmekten bir özenle, koşar adım kaçındığı şeyler olmaya devam ediyor günahıyla sevabıyla. Dillendirmek meramı zorlaşırken, sözcükleri laletayin bir iliştirmeden azade hasılı kelam söz haline dönüştürmek, derdin görünür ve bilinirliği üzerinde kalem oynatmak tek başına giderek zorlaşıyor. Meram sathında duyumsatmaya çalıştığımızın tam da dibinde, bittiği noktada Ertuğrul MAVİOĞLU'nun Taiş Ufağı başlıklı makalesi anlatmaya, anlamlandırmaya uğraştıklarımızın paralelinde bir okumayı ilave ediyor. Düşünmeye, zorunlu bir biçimde öteki sandıklarımızın bizler olduğunu yineletiyor, hatırlatıyor. Hasılı kelam ülkede yaşamanın sınamalardan geçtiğini, acının bile çoğunlukla tek başına yaşandığını gösteregeliyor. Ertuğrul MAVİOĞLU'nun ve Birgün Gazetesi'nin anlayışlarına binaen metni sayfamıza alıntılıyoruz...

...Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina  ile devam...İyi Haftalar...

Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan - Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.

Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
DinamoPromo InquiriesMakina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
---------------------------------------------------------
>>>>>Info Go-R-Sel
pain by inkiworld via flickr

>>>>>Poemé
Ölmeye Vakit Yok - Müştak ERENUS

İnanmak gerekir güne
Bütün dertleriyle dün
Durmayın çaba getirin güne

İnsanlar güzeldir
İnsanlar iyidir
İnsanlar güçlüdür
İnanmak gerekir güne.

Kocaman bir yürek taşıdım getirdim
Bütün umacılardan korkusuz
Gelincikler der güzel
Sınırlardan üste
Tüm bayraklardan renkli
Yaşamın temel direği
İnanmak gerekir güne.
Gelincikler toprakta gelindin
İnsanın umudu insanda.
Gerçek korkmadan soyunur
Güzelim güneş alnında.

Kocaman bir yürek taşıdım getirdim
Tüm bayraklardan renkli
Peter Con Pietro Petrovna
Ali

kaynakça: şiir.gen.tr

Comments