Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_475_--_iudex, ex in mentis discordantia
18 Kasım 2013 Pazartesi gecesi "canlı" yayınlanmış programın parça dizinidir.
>>>>>sesli meram muhteviyatı<<<<<
1. Julia Holter - Hello Stranger (Domino Recording Co. Ltd.)
2. Julia Holter - This is A True Heart (Domino Recording Co. Ltd.)
3. Nadine Shah - All I Want (Apollo)
4. Nadine Shah - Dreary Town (Apollo)
5. Kwes. - Flower (Warp Records)
6. Kwes. - 36 (Warp Records)
7. Inc. - Trust (Hell Below) (4AD)
8. Inc. - Desert Rose (War Prayer) (4AD)
9. Cherax Destructor - Remember Me in Your New Life (Self Released)
10. Cherax Destructor - Okabe (Self Released)
11. Savages - Marshal Dear (Matador)
12. Savages - Waiting For A Sign (Matador)
13. Primal Scream - Relativity (First International)
14. Primal Scream - Culturecide (First International)
"O kendi başına iktidardan çok özellikle iktidar ilişkilerinden sözedilmesi, ilişkinin terimlerinden çok-bunlar nedenler değil yalnızca etkilerdir- ilişkinin takendisinin vurgulanması gerektiğini belirtir. Onun ‘sonsuz küçük, akışkan, tersine çevrilebilir oynak’ bir iktidar oyunu olarak iktidar nitelemesi zaten 70’lerde de sözkonusuydu. Yeni kip, aşk, öğretmen ve öğrenci, karı- koca, çoçuk ve ebeveyn gibi ilişkilerin içsel’indeki iktidar pratiğini ifade eder ki, Nietzche’nin ‘güçler’ kavramı zaten bu anlamda Foucault’un stratejik ilişkiler kavrayışının öncülüydü. ‘Bir eylem üzerindeki eylem’olarak tanımlanan bu kip‘başkalarının etkinliğini kontrol etme isteği’ dolayımında yayılır.
Bana öyle geliyor ki, özgürlükler arasındaki stratejik bir oyun olarak kavranan iktidar ilişkileriyle –ki bu durumda bazıları başkalarının davranışını kontrol etmeyi dener, o halde ya kendilerinin kontrol edilme imkanını savuşturmaya ya da başkalarının davranışını kontrol etmeye çalışırlar- genellikle iktidar olarak addedilen tahakküm halleri arasında bir ayrım yapmak zorundayız. Bu perspektiften iktidar başkasının eylem alanını bütün olarak düzenleme ve başkasının olası eylem sahasına nüfuz etme yetisi olarak tanımlanır. Bu yeni iktidar kavramının gösterdiği şey savaş ve çatışma modelinde zımnen varolsa bile yine de tutarlı biçimde açıklanmamıştı. Bir başka deyişle iktidar pratiğini anlamayla ilişiklendirilmiş güçlerin fiili ‘özgürlük’ünü önceden varsaymak zorunludur. iktidar ‘etkin özneler’ üzerinde, özgür, olabildiği kadar özgür olan özneler üzerindeki bir eylem modelidir.
Öte yanda bir iktidar ilişkisi, eğer bir iktidar ilişkisi olacaksa, bu yalnızca zaruri iki öge temelinde söylenebilir; “öteki” nin (iktidar uygulamasına tabi olan kişinin) bir özne olarak belirli bir gayeye göre hareket ettiği ve bunun bir iktidar ilişkisiyle, bütün bir yanıtlar, etki ve tepkiler ve olası türetimler alanıyla birlikte açığa çıkabileceğinin kabul edilmesi gerekliliği. Ancak bu şekilde, modelin koşullarına uygun olarak öznelerin durumu değiştirme olanağı şayet varsa ve bu olanak daima mevcutsa özgür oldukları söylenebilir. Bu iktidar pratiği kipi, çalışmalarının iktidar üzerine yoğunlaşmasıyla başlayarak Foucault’un kendisine yöneltilen eleştirilere yanıt vermesine de olanak verir: ‘Bu yüzden söylediğim şey daima kapanın içinde olduğumuz anlamına gelmiyor, ama daima özgür olduğumuz-öyleyse, her koşulda, her zaman için değiştirme olasılığının varolduğu anlamına geliyor.’
Tersi biçimde, stratejik ilişkilerin kurumsal istikrarıyla nitelendirilen egemenlik halleri, 'eylem üzerindeki eylemler'le, iktidar ilişkilerinin değişken, oynak ve tersine çevrilebilirlik potansiyelini içeren gerçekliğiyle sınırlanır. Her toplumsal ilişki içindeki asimetrik ilişkiler, stratejik ilişkilerin tersine çevrilebilirliği ve ‘değişken’liği, özgürlüğü kristalleştirir ve kaybeder. Foucault ‘iktidar teknolojileri’ni, başka deyişle bireylerin kendi özgürlükleriyle birbiri arasındaki ilişkilerde kullanabilecekleri stratejileri oluşturan, tanımlayan, örgütleyen ve kurumsallaştıran pratikler kümesini, stratejik ilişkiler ve egemenlik halleri arasına yerleştirir.
Foucault’a göre iktidar teknolojileri iktidar ilişkilerinde merkezi bir rol oynar, çünkü bu teknolojiler dolayımında stratejik oyunların açılış ve kapanışı olanaklıdır; bunların uygulanması sayesinde stratejik ilişkiler asimetrik kurumsallaşmış ilişkiler (egemenlik halleri) içinde kristalleşir ve sabitlenir ya da tersine çevrilebilir ve akışkan ilişkiler içinde biyoiktidardan kurtulacak öznelliklerin yaratımına yolaçılır.
Etiko-politik mücadele tam anlamını iktidar teknolojilerinin arazisi üzerinde, ‘stratejik ilişkiler’ ve ‘egemenlik halleri’ arasındaki sınırda kazanır. O halde ‘etik eylem’ stratejik ilişkiler ve yönetimsel teknolojiler arasındaki düğüm noktasında yoğunlaşır ve başlıca iki amaca sahiptir: 1. kendi (ben) ve diğerleriyle ilişkileri yönetecek kural ve teknikler sağlama yoluyla, stratejik ilişkilerde tahakkümü en aza indirgeyecek bir etkileşim olanağına yolaçmak, 2. onların özgürlüğü ve hareketliliğiyle iktidar pratiğindeki tersine çevrilebilirliği artırmak, çünkü bunlar direniş ve yaratımın önkoşullarıdırlar." Biyopolitika - Maurizio Lazzarato - Kutlu Tunca'nın Türkçe Çevirisiyle.. / Kaynakça: Sınırdan
Her yanımız her yöremiz durmaksızın ve bir yerde de hiç sonlanmayacak bir biçimde etkinliğini, dönüşümünü sürekli güncelleyen bir tahakküm şeceresiyle dönüştürülmektedir. Her gün bir öncekinden ağırlaşan, kalıpların daha da fazla sıkıştırılarak tektipleştirme hamleleriyle beraber son şeklinin verilmeye çalışıldığı bir tahakküm mefhumu kotarılmaktadır. Yerle yeksan edilen aklın doğrusunun, erkin kitabında yazanlarla değiştirilmesinin neticesinde yanlışların giderek normal sayılması bu tavrı görünür kılmaktadır.
Erk-muktedir-iktidar için keskin sınırlarla ayrıştırılmış bir doğru mevcuttur. Bir adet doğrunun da zerrece hata payını barındırmadığına olan özgüvenle beraber tahakkümün temelleri de yavaş yavaş atılmaktadır. Eğreltiliğin sözün önemsizleştirilip, itibarsızlaştırılmasının zemini de böylelikle kotarılmaktadır. Ne düşündüğünüz, nasıl bir tahayyülünüzün bulunduğunun erk için herhangi bir önemi / önceliği yoktur.
Kendi bildiğinden şaşmanın en büyük felaket olduğunu bildiğinden bu yana güncelliği içinden çıkılmaz bir gayya kuyusuna evirmeye çalışan, belirli bir açıdan da bunu başaran yapı günümüzü, dünümüzde gördüklerimizden daha fenalarıyla donatmaktadır. Artık sözün tükenmesini beklentilemek gibi teferruatlar bize bırakılmıştır. Korkularımızın, çekincelerimizin neden bunca çoğaldığının yansıması bizlere bırakılmıştır.
Dönüşüm nam tahakkümün eyleye geldiği yegâne şey yukarıda alıntılamaya çalıştığımız biyopolitik hamlelerin, bedene karşı türetilen sınırı afakî bir netice değil şimdinin sonucu, kaçınılmazı olarak değerlendirmesi bundandır. Boylu boyunca, enine boyuna anlamlandırılması gereken açık yaraların çoğalmasının da hesabı, üzerine düşünülmesi halka bir kazanım olarak değil, şimdilik göz ardı etmelerin mümkünatıyla terk edilmiştir.
Bizler güncelliğin sınırlarında gündem diye önümüze çıkartılanların, gündeme ait olduğu vurgulanan, oysa birçok şeyi görmememiz / bilemememiz için apar topar kotarılan vakıalar ile hemhalken tam da sınırında başlayan bir edimdir tahakküm. Gözün gördüğünün, aklın bellediğinin umursanmazlığı bir yana, lime lime ve paramparça etmelerle olan mesainin sürekliliği, aralıksızlığı bu aralıkta gün yüzü bulmaktadır. Dert bir tane değildir, her olan biten de dert değildir.
Gel gelelim bir kurgu masaldan çok daha hakiki olan ve hemen her günü bambaşka bir pervasızlık ve çürüme ile donatılan bu yerde meseller kendi özgünlükleri korumaya devam etmektedir. Adları hiç anılmayanlar, bir özenle kenara çekilenler silinmeye gayret edilenler bir aralıktan güne karışmaya devam etmektedir. Tahakküm amanvermezliği işaret ederken, hep bunu işlerken başka bir şeye dönüştürmek için engellerin arasından bir yerden yeni okumalar beraberinde gerçekliği de getirmektedir.
Siyasal zeminin kaypaklığının, al gülüm ver gülüm muhalifliğin, adamına göre muamelelerin, olurların havada uçuştuğu bir deryada sınırların, menzilin dışında olanların ettiği kelamlarda bunu okuyabilmek ve anlamak hala mümkündür. Yok yere değildir bunca tahakküm. Hiçbir şey beklentilemeksizin gerçekleştirilmemektedir çünkü. Sinizm yerelleştirildikçe, korku ayrışmaz belletildikçe, dur bir o eksik kalmıştı diyerek hiddetin de eksiksizliği bu sahneye eklemlendiğinde George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü olağanımızın / günümüzün gerçekliği haline dönüşmektedir.
Avazlar ve çağrılar ve çoğaltımlar sözün birlikteliği gibi unsurların daha en başında kafasına vurularak, dizleri bükülerek tıpkı bir canlıya muamele eder gibi hınçla, linçle, şiddetle galiba en önemlisi de sirayet eden belagatli sözlerle beraber yok sayılmasıdır yıkımın kendisidir Orwell referansına bizleri sürükleyen. Biyopolitika meselinde devletçe bu sisteme uyumsuzluğu en asgaride tutmak, bir ihtimal değil kesin sonuç olarak yok etmek için kullandığı hangi enstrüman varsa onun bizatihi bu mekanizmada, bu güncellik dahilinde görebilmek mümkündür.
Gözetim ve denetimin en üst seviyede tutulduğu, işe yarayacağı tahmin edilen sözcüklerin açılımlar, paketler, yaklaşımlar şatafatlar arasında duyurulurken bir kenarda denetim ve gözetimin yeni eşikleri, hem tahakkümü kalıcılaştırmaktadır hem de biyopolitika ediminin içeriğini yeniden zihinlere kazımaktadır. Uyumsuzsan, yoksundur. İtirazlar ile hemhalsan, sözünün arkasındaysan sen yoksun.
Bir ihtimal gözden kaçtın söze karıştın, varlığını görünür kılınmayanlarla bir olmaya adadın daha ilk cümleden ensene birikecek bir linçin karşısında tek başına bırakılırsın. Genelin sorunları bunlar değilmiş gibi zikredilirken her gün başka bir masal anlatılırken ekranlarda gösterilenlerin acaba bu ülkede mi oluyor diye düşünedurduğunuz bir yerde keşke o zannetmeler bir netice olsaydı. Genel geçer bir tahayyül olarak kalsaydı.
Oysa bugünün şartlarında adı anılmayanların, gösterilmeyenlerin içine çekildiği sınırların karanlığı çok uzaklardan, menzilin dışında bile olsa kendini ısrarla göstermektedir. Biyopolitika meselini her yanda serimleyebileceğimiz tavırlar birbiri peşi sıra günün her anında vuku bulmaktadır. Yaralar öylesine içeriğimize, içimize işlemiştir ki tek bir göz korkutmanın, sade ve sadece bir uyarının bile nelere kadir olduğunu görebilmek için muktedirin yol arkadaşlarına! eylediklerine bakabilmek ile çözümlenecek bir yanıtta kendini bulmaktadır.
Yanıtlarımız silinmeye çalışırken bizatihi o erkçe gerçekleştirilenlerin ne menem şeylerden ibaret olduğu vurgusu yalın ve çırılçıplak önümüze dikilmektedir. Kral gerçekten çıplaktır. Her yanımızı darp etmek, bedenlere uzaktan kurduğu tahakkümü hayat akışının ayrışmazı haline dönüştürmek için aralıksız çalışmalarından görebilmek mümkündür. Velev ki sözcüklerinizle itiraz ettiniz, en başta anlaşılmaz bulunursunuz. Bir ihtimal ne diyor diye bakılan olursunuz bir sonrası anlaşılmaya başlandıkça, tehdit oluşturduğunuz vurgusu devreye sokulur.
Anlatılanlar dönüştürüldükçe, eğilip büküldükçe bu vurgu giderek hedefin kendisi olmayı kolaylaştırmaktadır. Hedef tahtasındaki suretlerimizden öte artık insanlığımızdır. Bugünün şartlarında erkin anlattıklarının, uyguladıklarının veyahut ta reva gördüklerinin hiçbir özrü yokken o elinin altında sakladığı sopaların tastamam özetidir tahakküm. Özetleyen bir mefhum olarak hayatı hangi koşullarda yaşadığımızı bildirendir.
Fahriye Yıldırım'ın kirli bir savaşın devamlılığı için yapılacak karakola karşı isyanını canıyla ödemesine karşı sorumlulardan tek birini bile ortaya çıkartmayan, soruşturmaları gizli olarak tanzim eden ne haberdar eden ne de yanıt veren bir sistematiğin kendisidir tahakküm. Bir kadının her şeyden önce bir ananın yüreğini daha fazla yakandır işte o tahakkümün yanıtsızlığı. Medeni Yıldırım, kanıtlar peşinde koşuluyor intibası uyandırılsa da sumen altı edilen dosyalardandır, her dem devletin bildiğini okuduğu.
Açık olarak söylenmese de yok olanlardandır, varlığı bu biyopolitika meselinde adı anılmayacak olanlardandır. Tıpkı ikinci senesine doğru ilerleyen Roboski Katliam'ının akıbetinde tıpkı Ceylan Önkol'un, Sera Yavuz'un, Mazlum Akay'ın Behzat Özer'in ismi cismi devlet için bir istatistikten ötesi olmayan, kitlesel tepkisizlik yüzünden sadece zaman aşımlarının beklentilendiği, elbet bir gün gündem olmaktan çıkar diye bildirilenlerin ortaklığındadır.
Hayatlarımız şeklinin, şemalının mütemadiyen dönüştürüldüğü, erk neyi tahayyül ederse ona göre düzenlendiği, biçimlendirildiği, sadece bir zamanlar o da kerhen, temcit pilavı gibi kaşıklatılan bir kardeşlik masalının çeşnisi olaraktan anılandır. Yaralar her yanımızı sarmışken, yaralar olur olmadık zamanlarda yeniden çoğalırken bir Kürd ilinde, bir Ankara'nın ortasında, bir İstanbul'un hep bilinen denetlenen, gözetlenen arka sokaklarında yine ve yeniden çoğaltılmaktadır. Dert midir bütün bunlar diye bir kalemde silinip atılacak şeyler değildir.
Ne yaşadığımızı ve neden bu sonuçlarla hemhal olduğumuz, nasıl bu yaralarla yaşatılmakta olduğumuz eksiği gediği olmaksızın sorgulanmasıdır. Biyopolitik tanımlandırmalar, biçimlendirmeler, Gezi Direnişi'nden bu yana gün be gün artan, hiddeti, yerle yeksan etmeyi, talanı ve tahrifatı anlamlandırma çabasında görünenleri fark etme meselesidir. Gezi Direnişi boyunca hayatları çalınanların varlıklarına neden kastedildiğini anlayabilmenin sacayaklarındandır.
Günler günleri kovalarken, zaman hızlıca koşar adım ilerlerken aslında esasın ne olduğunu bilmek hepimizin sorgulaması gerekendir. Dün sadece buralarda, dün sadece mahallemizde eylenenlerin, reva görülenlerin bugün uluorta menzili / sınırı olmaksızın her yerde yeniden yapılandırılması, bir kez daha tekrar edilmesi için çabalanılan bu denetim, gözetim ve baskılamanın bir başka evresidir bilelim.
Yargısızlığın, bertaraf etmelerin bunca arsızlığında yaşadığımız karanlığın kuvvetle muhtemel solukları kesmekten öte, artık yaşamı tastamam başka bir şeye dönüştürmek için ortaya çıktığı ve geliştirildiğini anlamak artık mümkündür. Bugünün dünyası yaşamı bir makine rutininde, dakikliğinde, hissiyatsız v sadece potansiyel seçim süreçlerinde efendilerine biat eden / ses çıkartmayan, sıradan ayrışmayan, her türlü yıldırmanın komşusuna, tanışına denk geldiğini bilse de sessizliğini korumaktan ayrışmayacak olmalar içindir. Bu menzilden bunca gün sonra görünen budur.
Basitleştirilmesine çabalandığımız yaşama çabasının, yaraları iyileştirme gayretinin önce yüzleşmelerden, önce hesabı verilmeyen şartlanmışlıklara karşı söz birliğini yeniden kotarmaktan geçtiği yinlenesidir. Şimdi! mefhumunu konuşurken yazarken söze karışmak halen mümkünken bir yerlerde kendi oyununu sürdürmeye devam eden muktedire karşı başka bir şansımız yok olmayacaktır.
Yaşayabilmek iş bu neoliberal düzenin çarklarına hayatımızı kaptırmadan, çalınmasına müsamaha etmeyeceğimizi artık yüksek sesle bildirerek, gösterilmeyenleri savunarak bir arada mümkündür Gizlisi saklısı olmayan özgürlükleri parçalanabilir, bir şekilde koz olarak elde tutulan, gerektiğinde tehdit olarak elinizden alırım diye ortalıklarda gezinen muktedirliğe karşı 'sözün barikatından' başka bir çıkışımız yok.
Günü karanlık ile zapt eden, tahakkümünü bir fiil türlü çeşit sansür ile saklamaya çalışan, göstermeme gayretinde olan bu menzilin içerisinde yaşama gayreti ancak böylesi bir çabalınımdır. Gerisi bildiğimiz, gerisi hep yaşamak olduğumuzdur. Sınırlar daraltılırken, çoğunluk, çokluk mefhumları siyasette sinsice sündürülürken kamusal alanı yeniden geri kazanabilmek sözü önemseyerek mümkün olacaktır. Meram bu sınırlardadır.
Toplumun tastamam dönüştürüldüğünde artık adım atacak söze karışacak yeniden yola çıkacak bir olanağa sahip olmayacağı birçok şeyi açıklayacaktır. Neredeyse tek bir doğrudan tek bir bakış ve söylemden hemen her durumda tektipleştirme dayatımından gayrisinin düşünülmediği, söze katılmadığı son derece aşikar olan bir sürecin hemen her gün yeniden kurulduğu, stratejilerini geliştirip öne sürdüğü, boyunduruğu altına almaya çalıştığı bir güncelliğin içerisinde ilerliyoruz. Bir aşağı bir yukarı.
Yolumuz enikonu daraltılırken sözün geçersizliğinin yolları temellendirilmeye çalışılırken güncelliği paylaşıyoruz. Dertler ortada koca bir yığıntıya dönüşürken, birikmeye devam ederken sorun yokmuş, sormadınız ki hiç yok olduğunu ikrar / beyan edelim söylemleriyle tam da erkin beklentilediği bir biçimde vasatlıkta nefes almaya çalışıyoruz. Tektipleştirmelerin belirli kalıplara kuralsız biatlerin zikredildiği bu yerde dönüşümün değil yıkımın tanıkları arasındaki yerimizi alıyoruz.
Çizilen imajın ve öne sürülen fikrin gerçekte hasıl olanla bağları kesildikçe, bağlantılar muğlaklaştırıldıkça her defasında gün, bir öncekinden de ağır bir sınav haline dönüşmektedir. Artık o bahsi ezberimizde tutuyoruz. Gördüğümüz devletlûnun gözünden tarafımıza biçimlenen değerin her ne olduğunun, nasıl düşmüş kaldığının teyididir ikrar ediyoruz. Normal, yıkıma böylesine açık terk edilirken her şeyin tek bir menzilde, hepimiz için hayırlısı budur denilerek tektipleştirilmesine bir tek vurgusunda şekillendirilmesi gayretinde kenara itilmeye devam ediyoruz, artık biliyoruz.
Yergilerin, yaftalamaların hep bir avazdan aynı sözcüklerin dizildiği cümlelerin ezber ettirildiği bu yerde yaşamın sadece, salt kural kaidelere uyumluluk ile değil erkin iki dudağı arasından dökülecek hemen her şeye kayıtsız şartsız itaat ile şekillendirildiğini öğreniyoruz yeniden. Ne kadar eskiyen, eskide, geçmişte kaldığı savunulan, otokratik hamle varsa hepsinin ambalajı değiştirilerek reçetelendirilmesi, yıkımı kalıcılaştırmakta biliyoruz.
Bugünün şartları bunu gerektiriyor onun içindir ki sakıncalı sanılan kelimelerimizi, adlarımızı, simalarımızı başlangıçlarımızı dillerine monte etmeye çalışıyorlar görüyoruz. Dün yasak edilenlerin bugün başka yasakları kotarmak adına el altında tutulduğunu, sufleyi beklediklerini figüran addedildiğimiz bu "demos" oyunu dâhilinde idrak ediyoruz. Korkularımızla, kederimizle bir başımıza, sorgularımızda hep işitilmeyenler olarak tasnif edilmeye alelacele devam ediliyor biliyoruz.
Mesnetsizliğin bir boyutu / katmanı olarak henüz adı bile anılmayan, anılmamış bir birlikteliğin bir zamanların linçini tertip edenler olduğu bahsinin zikredilmesine içerleniyoruz. Düzenek başka şeylere kafa yorulmasını, dikte etmeye hep devam ederken yaraları epey bir dikkatle kanatmaya devam etme gayreti içerlenmemizi kalıcılaştırıyor. Sözün tükettirildiğini biteviye aynı vurgulamaların / benzeş çıkarsamaların layık görüldüğü bir yerde bir Ahmet Kaya'nın isminden 'siyasi' rant elde edilmemişti. Bir o bahis eksikti.
Özlemi, Kürtçe şarkıyı yaparak anadilinde meramını söylemeyi istemesinin karşılığı / yanıtını çatal bıçaklar / linç uğultusu / onuncu yıl marşı ile alana devletin şefkatli kollarının yalandan açılmasının kepazeliğidir ol bahiste. Sonrası ise herkesçe malum hayatının gaspında / sorumluluğunda gezi eksikti, eksik kalmıştı ki devletlûmuz her zamankinden de atik bir biçimde meseleyi birleştirmeyi, gezinin ardından ortaya çıkacağı zikredilen bölüp / parçalamanın devam ettirilmesi için olmamış şeylerin bile vuku bulduğu, gerçek olduğu savı türetilmektedir.
Hala gözlerin içine baka baka yalanla gerçek kotarılmaya çalışılmaktadır. Başbakanın yapmaya çalıştığı çekincelerin / kırmızıçizgilerin / haddin hududun söz konusu devletin bekası ise her gün kanırtabileceğine itimat ve beklentidir. Arsızlık diz boyu hicap çok eskilerde kalan bir edimdir. Hicap söz konusu yalanlarda önemsiz bir detaydır devlet aklında. Şimdiden kopukluk, cumhuriyet tarihi boyunca önemsenmiş ve biteviye sümenaltı edilmiş tüm sorunlarda da olduğu gibi yok sayılmış insanlar üzerinden gıybet etmektir.
Hiçbir yaraya merhem olmadan bildiğinden şaşmamazlık, burnunun dikine gitmektir. Fahriye Yıldırım'ın tek kişilik avazının yanıtı olarak bir dolu bir dolu abukluk savunulur muydu? Kıyamlara dair hesap verilmezlik üzerinden yükseltilen her saptama var olmayı azaptan hemen hiç uzağa kondurmazken daima sapla samanın karıştırılmasının elma ile armudun bir bellenmesinin, yoktan var etmelerin, kuru iftiraların bunca açık yara varken, meseli ne yana koymalıyız?
İktidar makamının bir çukur olduğunun başkası olmadığının idrakine ulaşmak için kaç fecaat lazım gelendir Nasıl okumalıyız, görüp geçirilen delip te geçenin bu körlüğü sürekli devam ettirilmesinden gayrisine müsamaha gösterilmemesinin kıyısında yaşamak nedir? Görüp geçirilen kalıcı yıkım / tahrifatın sürekli kılınıp olağanlaştırılmasıdır. Sönümlendiği sanılan ayrıştırıp / had bildirme / hudut devşirmelerin sabık bir biçimde tıpkı bir kâbus gibi yeniden kotarılmasıdır.
Sözcükler yutulmaya devam edilmeye ve halimizin pejmürdeliğini daha da vahim kılmak adına genelleştirmelere devam edildiğinde bugünkü manzarayla karşı karşıya kalırız. Rehin kılınan akıl, durmaksızın hakarete korunaksızca teslim edilen fikir manzaramız kalıcı fonumuzdur hayat sürdüğümüz. Yadsınan, duyumsanmayıp kale bile alınmadığı sıklıkla zikredilen, devlet eliyle gerçekleştirilmiş kaybedişlerin, kıyamların, tehditlerin tecritlerin ve bir dolusunun sözde! kanıtlanabilir örneklerinin de pekliğidir.
Mehmet Ayvalıtaş'ın davasında ailesini yalnız bırakmamak için toplanan kitleye uygulanan şiddette bunu serimleyebilmek mümkündür. Devletin şefkatli kolunun, kapsayıcılığının kameralar tanıklar her halükarda bulunsun ya da bulunmasın devamlılığıdır. Tam da gözler önünde cereyan eden öylesine bir kapsayıştır ki biber gazı ile müdahaleden kaçınılmamaktadır. Öylesine bir şefkattir ki o katillerin hamisi gibi duruşmaya getirilen polislerin bellerinde silahları ile mahkeme salonuna girebilmektedirler. Nüfusun ekseriyetine pek ulaşmayan bakar körlüğün yaygınlaştırıldığı bir güncede görmek hâkimin dilinden düşürmediği oğlum kalıbındaki gibi sinir sınayışlarını da fark ettirecektir. Dümdüz soruyu yineleyelim adalet nerededir?
Açıkta konulan her yara, bir öncekinin üzerine eklenen vahametler ile çoğalandır. Bir öncesinden beter tahayyüllerin dile dökülmesiyle icat olunandır. Her yeni adette eskinin hıncının, kininin iyice derinleşmesidir."-Önümüzdeki görev görünüm alanı içerisinde insan olanın çığlığına cevap verebilecek kamusal görme ve duyma usullerini tesis etmektir" diye yazmıştır Judith Butler. Kırılgan Hayat başlıklı makalesinde satır satır detaylarla beraber. Bugünün dünyasında fikre önemin, duyurulmasından önce görülmesi elzemliliğine bir işarettir.
Her oradaydınız ulan diye bahsin Gezi Direnişinde ortaya çıkan kitlelere mal edildiği fenalıkların asıl kimin elinden çıktığı bu kadar açık olarak ortaya dökülürken örtbas etmenin bir yolu olarak kabul gören bir devlet tahayyülüne karşı sözcükleri denk getirmektedir Butler'ın fikir olarak paylaştığı. Birbirlerine lehimlenen kelimeler kolay kolay birbirinden ayrılmaz. Roboski'nin suretinden görünen Lice'nin kırsalı sınırlarında, Şemzinan'da da Kadıköy, Taksim, Kızılay'da da ceberutluğu gizlemeye ihtiyaç duymayan devletin pratiklerinde / hayatlarımıza müdahalelerinde kendini uluorta sergileyenin vahametini anlayabilirsek yol alacağımız kesindir.
Hemen her şeyin muktedirin doğrusu / bakışı neyse ona göre şekillendirildiği bir yerde yaşamak meseledir. Meselin özetiyse görünmez bilinmez denilen şeylere karşı söz birliğidir. Yarının seremoniler, şatafatlı gösteriler, düğün dernekler, bol yaldızlı vaatler, açılımlar, paketlerin gözetiminde her anın denetim altına alındığı, suç teşkil ettiğinin düşündürülmesine çalışılan bu yerde söz tek sığınılacak limandır.
Bu ve daha fazlasını eylemekten kendini hiç geri koymayan aklın götürdüğü yer uçurumdur. Dipsizliği, karanlığı kıyısına varıldığında anlaşılan bir yok ediş meskenidir. Büyük ve Yeni ülke tanımının asıl hallerini / gerçeğini ortaya seren vesikaları barındırandır. Zulüm ile abad olunmaz beylik cümlesinin önü ardı içeriği durmadan devam eden hamlelerin tam da dibinde yeniden yazılmaktadır. Her yeni yazımda bir kez daha kapanmaya yaralara dokunduğumuz bir deneyimle karşı karşıyayız.
Tekdüze bir rutinin dâhilinde ne önümüzü ne şimdiyi ne de yarınlarımızın ne hallere koyulacağını kestirebiliyoruz. Bir bilinmezlik sarmalıyla çevrelenmişken, hiç bilmemeniz en hayırlısı bahisleri aralıksız yinelenirken siyasanın görmekten bir özenle kaçındıklarını fark etmemek yıkımı / bu kötürüm hali derinleştiriyor. Kalıcılaştırılan hayal kırıklığı değil taşımakla yükümlü olduğumuz can kırıklarının çoğaltılmasıdır.
Hegemonya tahakküm muktedir elinden çıkan adına her ne derseniz o fenalık / bedlikler silsilesi bütün bu menzili kapkaranlık bir tahayyüle rehin bırakmaktadır. Hepimizi yutmaktadır. Dimağın alabileceğinden, kapasitesinden fazlası yaşamı heder, kötürüm kılmaktadır. Duyumsar mısınız, anlar mısınız? Kaçarımızın olmadığı bu cehennemi replikanın bir yerinde yolu / hayatı bulmak ve geri kazanmak için çabalanacak mıyız dert budur. Henüz yaşadığımızı varsayarken mesel az biraz da budur...
>>>>>Bildirgeç
Atilla ve Cengiz Han’ın torunlayız; bunu bildiğimden canım toplumumun adalet ararken bile kabarttığı uçarılık, pespaye kabadayılığı ya da sönük şiddet gösterilerini kınamam, tam tersi bana hoş gelir, samimi gelir, genetik derinliklerinde hala o savaş sanatkârı yalın akıllı adamların öfkesini görürüm, sevinirim. İşte derim bozkırlı ayvazlığımız, sarkık bıyıklı, top göbekli aslanlığımız. İşte Çinli ve Lehli kızları mest eden şey! Evet o şey… Basit bir postane binasındaki kırık dökük, kübik sırada işini hızlı yapmayan memura duyulan öfkenin patladığı ya da yaşlılar, öğrenciler ve eli faturalı ev hanımlarıyla dolu bir devlet bankasının mermer koridorlarında “kitlenen bilgisayar sistemine” ayıp sayılmayacak küfürlerle gazaplanırken badem gözlerin dürüldüğü o an. Sonrasında değişmezliğe dair onlarca sitayiş, şikâyet… Ardından denizin çarşaflaşması, sesi en çok çıkan adamın Köroğlu gururu ile etrafa bakınması… Kahramanlarına saygıyla yaslanan banka, postane, otobüs halkı… Hiçbir kitaba girmeyecek kadar cılız olsa da tarihsel bir manzara.
Bu manzaranın daha literal, daha edebi, daha estetik hallerini o renkli kapakları kılıçlarla, kalkanlarla, atlarla, çöllerle, develerle süslü gazavatnamelerden okurduk. Birkaç kalitesiz film ve birkaç roman, uydurma masallar. Tüm zayıflıklarına rağmen öyle hayranlık duyulasılardı ki. Hani bir söz vardır ya Köroğlu’nun kendi dayak yer namı adam döver diye. O sayfalardaki, o tasvirlerdeki şahsı manevi bizi bizden alırdı. Mızrakları, kılıçları, gürzleri, topuzları bozuk devranlara giren pırlanta çomaklar olurdu. Karşılarında zalim dayanmazdı, nerede mazlum, garip, hakkı yenmiş, aç, açık, yetim varsa, bu adamlar onları kolları arasına alır, o güzelim adaleti, o adamı insan eden adaleti ihdas ederlerdi. Bilinçaltlarımızın en kaslı koltuklarında yer edinmişlerdi. Okullarda öğretmenlerimiz kafası kavuklu saray eli kanlılarını ve boyunbağlı vampir diktatörleri bizlere kahraman diye yutturmaya kalksalar da, beyinlerimize, biz ha doğmadan kazınmış bir şeyler gri duvar yalanlarına meyil vermezi salık verirdi. Bir Öküz Kağan, bir Kür Şad, bir Köroğlu, bir Pir Sultan adı duyar duymaz ‘işte’ derdik ‘bizimkilerden bahsediyorlar’. ‘Ezikliğimizi, yılgınlığımızı, çaresizliğimizi sahiplenecek adamlar geldi işte’. O an Bolu Beyleri, Hızır Paşalar yağmura tutulmuş birer sokak kedisi gibi pespaye, kudretsiz, namsızlaşırdı gözümüzde. Varlıkları zaferdi, insanlıkları bayrak. En garibanları Keloğlandı, Nasreddin Hocaydı. Kelimizin bile gözü padişah sarayıydı, içtiği kuru tarhana olsa da aklında filleri çukurlara doldurmak vardı. Hocamız aksakallı, boz eşekli bir yiğitti ki canı hakikate feda. Kellerimiz saç tohumu merkezlerine, hocalarımız da 657 de tabi hırslarıyla bir mevlüt fazla okuyup kredi kartı asgarisi derdine düşmeden önce böyle yiğitlerimiz vardı işte.
Ülkemizdeki bazı entelektüel vatandaşlar toplumların kahramancı kültlerini daima hakir gördüler ve bu onlar için toplumun zavallılığının yalın bir göstergesiydi. Varoluşsal bir düşünce bütünlüğü oluşturamayan geri kalmış kültürler hala kahramanlar üretiyor ve bunlara romantik bir duygusallıkla bağlanıyordu onlara göre. Çaresizliğe, sıkışmışlığa, umutsuzluğa dair en belirgin gösterge… Lakin doktoralarını yaptıkları Amerikaların Süpermenlerini, böcek adamlarını, kedi avratlarını gözleri görmedi. Alamanların, İtalyanların Gamalı Haçlı Robin Hood’ları onlar için modern ilerlemenin basit birer nüvesiydi, kınanmamalıydı. Aklı, bilimi, insan onurunun doruğunu simgeliyordu bu adamlar. Çarpık mı çarpık birer kişiliğe sahiplerdi ama olsun! Oysa zaman gösterdi ki kahramanlık kültü modernliğin ve onun inşa ettiği toplumların bile yok edemeyeceği bir güce sahipti. Açlık, sömürü, katliamlar, evrensel kahırlar devam ettikçe yeni yeni kahramanlar rücu ediyordu. Refah, bollu, düzen kimi diyarların her noktasını kaplasa da, bu diyarlar da kahramansız kalmıyordu. Güzel İnsanlık, bu kocaman yeryüzü ve koca koca milletlerin üç beş tane hanedanlı şizofrene teslim edilmeyeceğini bir yerden seziyordu. Her olumlu veya olumsuz sürecin acılarına dair bir refleksti bu kült ve ürünleri.
Dedelerimizin İtalyan malı fötrler giyip, sakallarına ustura vurarak hamam oğlanına döndükleri günlerde; Komünizm nedir, vatan-millet nedir, devletiydi demokrasisiydi ne menem şeylerdir, bilmediğimizden, ayaklarımız Kore, Kıbrıs yolları, midemiz süt tozu, kafamız bit ilacı, gerdanımız parfüm bilmediğinden, evliyaullahlarımız mebuslara dönüşmediğinden, Hz. Alilerle, Zal oğlu Rüstemlerle, Köroğlularla idare etmedeydik. Hala heyulalarımızdaki cenkler Allah içindi, karılarımızın, bacılarımızın namusu, Urum gavuruna köleleşmemek içindi. Modernite belası kahraman nedir, kahramanlık nedir sorularını henüz cevaplamadığından, hasat nasırıyla paralanmış avuçlarımıza yeni bir tanım tutuşturmadığından kafamız rahattı. Gün geldi; Sevgili milletimiz Cenk Hikayeleri, Hayber Kaleleri alması gereken paralarla, koca sinema salonlarında Cüneyit Filmleri izlemeye başladı o zaman Köroğlu’nun mezarına ilk avuç toprak atıldı. Modernlik kafamızdaki kahraman imajını o iğreti İngiliz sırıtışıyla çarpıtma faaliyetine girişti. Modernlik klasik usulüyle, Türkleri, Japonları, Arapları karikatürize ederek kendilerinden tiksindirirdi ya! Teni tenimize, saçı saçımıza benzemeyen, Arabistanlı Lawrence kılıklı bir adam Briyantinli saçları ve renkli gözleri ile altında etsiz bir sütçü beygiri, elinde yamuk bir kılıç, alacalı, veremli köy gariplerinden müteşekkil papaz elbiseli Urum ordularını doğruyordu. Bizim padişaha kafa tutan kahramanlarımız Fatihlerin, Yavuzların fedaisi bıyıksız şaklabanlara dönüşmüştü. Alnı secdeli, harama uçkur çözmeyen, peygamber aşığı yarı derviş kahramanlarımız artık Rum saraylarında aşk yaşamadık(!) dilber bırakmıyor, bir oturuşta bir testi şarap içiyor, elinden gelince de fazla değil yarım saatte, kırk beş dakikada İznikleri, Bursaları toplu kelimei şahadet törenleri ile Müslüman ediyordu. Tarkan’ımız bacağına dolanan uyuz bir itle, basit bir mağara adamı kıyafeti ile Adriyatik’ten Çin Seddi’ne dünyanın anasını ağlatıyordu. Keloğlan’ımız İstanbul varoşlarına yerleşip iş buluyor, yalı kızlarının peşinde topuk aşındırıyordu. Daha acısı bu milletin Kel Oğlanı porno film çeviriyor, İstanbullu boyalı dilberlerin koynunda tarihini sonlandırıyordu. Allah bize yine acı ki Nasreddin Hocaya banka kurdurup halka yüksek faizili kar payı verdirmedik, Hacıvat’ımızı, Karagöz’ümüzü namusundan edip Şişli ve Merter sokaklarına düşürmedik.
Şükrümüz sadece bu kadar çünkü Modern kahırlar bütünü öyle bir oynadı ki bu masum dirayetimizle! Kahramanı maymunlaştırma süreci sadece Cüneyit ve Keloğlan filmlerinde kalsa karikatürize birer çarpık eser der bunu da aşardık. Zaman ilerleyip Batılı saygınlarımızın elimize tutuşturduğu vatanı, milleti, hukuku, parlementoyu, siyasi partileri, demokrasiyi suyu kandan ve hamaset dili salyalarından müteşekkil birer tarhanaya dönüştürüp kanmaz bir şekilde içerken bütün tanımlarımızı, hayatın zor yanlarına dair bütün tasarımlarımızı garabetlere dönüştürdük. Darbe darbe sindirdik tank paletindeki tepsilerde önümüze sunulan dikenli özgürlüğü, yeni yeni değerlerimiz oldu, yeni yeni yiğitlerimiz. Halden anlamaz, eli kanlı, her şeyi ile çarpık yiğitler! Köroğlu’nun, Zaloğlu’nun, Kiziroğlu’nun yaşasa peşlerine düşecekleri işkenceci, vatancı, milletçi, en büyük şerefleri insan doğramak, en büyük süsleri kan olan, İtalyan elbiseli, Amerikan cüzdanlı tipler! Yüzlerinde zerre nur olmayan, at hırsızından azcık hallice, eroinman bakışlarıyla artık gökdelenlerle bezenmiş şehirleri haraca kesen tipler. Nerede Bolu Beylerini devirmeye and içen Köroğulları, nerede uyuşturucu baronlarının, altın kolyeli pezevenklerin, kadın tüccarlarının yüzde üç beşleri ile ekmek yiyen, alınları secdeden değil el öpmekten aşınmış bu tipler. Halkın vatanını, Allah’ın dinini, peygamberin misyonunu kimseye bırakmayan bu tipler! Evet, modern kahramanlarımızdan bahsediyorum. Yaklaşık on yıl önce yüreklerimizden yiğitliği taşırmış Deli Yüreklerimizden ve yıllardır kanallarımızın paylaşamadığı, yedi cihan dağlarına yiğitliğin resmini kazımış Polat Alemdar ve nursuz çetesinden ve türevlerinden.
Uzun zamandır tarihin kahraman kavramını nasıl bu şekilde evrilttiğini düşünüyorum. Geçenlerde Japon bir tarihçi arkadaşım ile internet üzerinden bu konu hakkında konuşuryorken “Bizim Samuraylarımızın yerini Porno starları aldı” cümlesinin ardından konuya dair ilk düşüncelerim belirginleşti. Zaten kendi tarihimizde bir konunun flulaştığını, işaretlerin kaybolduğunu görünce Japon tarihçilerle konuşurum; onlarla özdeş çelişkilere sahibizdir çünkü. Modernizm iki toplumun onuruylada aynı şekilde oynamış, iki toplumu da aynı şekilde dönüştürmüştür. Onların yiğitleri Porno Starlara, Bizim yiğitlerimiz, Celalilerimiz de eli kanlı mafya babalarına dönüşmüş işte. Defterler açılsa başka neler çıkacak ama kısmet!
Peki toplumlar bu dönüşümü neden böylesine alışılmadık bir fanatiklikle benimsemişti? Ahlak vurgunu bu yığınların, Mevlana ve Yunus Emre’nin çocuklarının bu tiplere meyyalliği neredendi?
Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.
Bu ihtiyaç önem olarak aslında yiyecek ve taşıt kadar önemli bir ihtiyaçtı çünkü eski köylü yeni şehirliler aşağılık komplekslerini bastırmak zorundalardı. Kendini bu tip adamların varlığı ile güçlü hissetmek, bilinçaltlarındaki kahramanlık güdüsüne bir kılıf bulmak zorundaydı. Muhayyilesindeki güç ve güçlü kavramlarının tanımı için hiç olmazsa görselleşecek kadar somut bir unsura muhtaçlardı çünkü artık edebiyat yapma, edebi eser oluşturma gibi bir yetenekleri, bir olanakları da kalmamıştı. Şehirde karşılaştığı canavar ruhuna ve bu ruhun tahakkümüne karşı çaresizliğin doğuracağı ahlaksızlığı haklı çıkaracak girift ilişkileri tanımlamaya muhtaçtı. Ahlak terk edilen yerele ait bir değer olduğu için ve artık kahramanın ahlaklı olması gibi bir gerekliliği kalmadığından onun içtimai mefkureci değerlere sadakati neo kahramanımıza ahlak olarak yetiyor artıyordu bile. Adil sıfatını hak etmesi için etrafındaki çakal sürüsünü doyurması ve zeki sayılabilmesi için de rakiplerini bir şekilde katakulliye getirip alt etmesi yeterliydi. Kahramanın “savunucu” imajı onu bir koruyucu melek seviyesine çıkarıyordu. Vatanı savunmak için yaptığı tek şey çetesi ile oraya buraya mermi yağdırmaktı, dini savunuyor ama alnı secdeye bir kez bile gelmiyor, üstüne üstlük açık saçık hatunlarla yatıp kalkıyordu ama olsun. Sorunlarını çözmek için şiddetten başka bir yol bilmese de ara sıra kitabın ortasından konuşması yetiyor, onu hikmetinden sual olmaz bir bilgeye çeviriyordu. Gayesine ulaşmak için kumarhane kralları ya da uyuşturucu baronları ile hep el eleydi ama olsun sonuçta vatanı, milleti, dini savunuyordu. Ve garibi ölmüyordu. Yıllar süren bölümler boyunca Ürdün ordusuna muadil miktarda adam öldürmüştü, binlerce çatışmaya girmiş, çetesinden onlarca şehit (!) vermişti ama kendisine bir tane mermi isabet etmiyordu. Yunan tanrısı gibi bir şeydi bu sinekkaydı adamlar. Toplumumuzda böylesi adamlar varken sırtımız yere gelir miydi? Yunan’dan, Ermeni’den neden korkacaktık ki? Uyuşturucu baronlarından, kumarhanecilerden, kaçakçılardan, pezevenklerden çekinmemize ne hacet… Aslanlarımızın kudreti bizi bir şekilde kötülüklerden koruyordu.
Acı çok acı. Tarihimizin o aslan tavırlı yiğitlerini yerlerine bu adamları koyarak ihanet etmemeliydik. Kahramansız kalmak, tarihin kuytularında birer unutulmuş olarak onları bırakmak, yüz çevirmek ama yerlerine başkasını koymamak, en azından onların nezdinde adımızı haine çıkarmazdı. Kardeşlerim, Polat Alemdar ve türevleri Türkün Modernizmle imtihanının kanserli bilinçaltı. Üzerlerindeki takım elbise aklını kaçırmış, irfanını farelere yem etmiş koca bir millete giydirilmiş deli gömleği. Bu neo kahramanların hiçbir zaman ahlakı olmadı, hiçbir zaman mert bir yüzleri, kahraman bir tarihleri olmadı. Ellerine bir kere kalem almadılar, aldıklarında da pavyon şarkıcılarının bestelemeye tenezzül etmeyecekleri şiirler yazdılar. Nerede bir insan, nerede bir yücelik görseler kurt iştahlarıyla bu güzelliklerin üzerlerine atladılar. Ne İslam, ne insan, ne vatan mücadeleleri oldu. 6 7 Eylül olaylarında Rum kızların ırzına tasallut edip, kaçmaya çabalayan ailelerin bavullarını yağmaladılar… 6. Filoyu protesto edenlere bu gariban toplumun en hürmetli nidaları ile saldırdılar, Zalimliğin babası olan Amerikan Ordusuna karşı Karaköy kevaşelerinin gösterdiği dirayeti göstermediler. Bir tane cami yaptırma dernekleri olmadı, en namlı kumarhaneleri, en namlı hayali ihracat şirketlerini inşa ettiler. Maraş’ta, Çorum’da çoluk çocuğu doğrayanlar bunlardı, gecekondu mahallelerinde bahçelere dalan çocukların ellerine 14 lüleri tutuşturanlar bunlar… Prodüksiyondan olmayan tarihlerinde bir tane garibanın elinden tutmadılar, bir tane mazlumun ekmek veren eli olmadılar. Ne halkçıydılar, ne ulusçuydular, ne de İslamcı. Konu mahallede göz koydukları kız olduğunda halkçı oluyorlardı. Birkaç esnaf haraç vermeyi reddettiğinde Anti Moskof ve ara ara, cumadan cumaya da Müslümanlıkları tutuyordu. Bu zavallı bozkırlıların basit bir siyasi görüşü bile olmadı, olamadı, üretemediler.
Şimdi, bir de utanmadan, kendi ülkelerini kan gölüne dönüştüren bu kara suratlılar Global kahramanlığa soyundular, İslam beldelerinde erkeklik gösterilerine giriştiler. Güya Irak’ı, Filistin’i kurtardı Polatlarımız, aslanlarımız. Tarihimizin en modern, en kokuşmuş “Cenk Hikayeleri” bunların çektikleri filmler oldu. Erkekliğimizi, zalime düşmanlık bilincimizi bilediğimiz o hikâyelerin yerinde, hiçbir tarihi mesnedi olmayan, olmamış, olmayacak ama bizlere olmuştan beter bir gerçeklikle sunulan sanallıklarla bu sefer zalime olan hıncımızı bilediler. Irakta, Amerikan askerleri kız kardeşlerimizle annelerimizle adaş onlarca kadını canlı yayında kirletti, bunlar koşa koşa alnımızdaki bu lekeyi bomba efektleriyle, oraya buraya zıplayan nursuz figüranlarla kazıdı. İsrail’de adaşımız onlarca insan her gün vahşice katlediliyor, insanlığımızı simgelesinler diye denizlere revan ettiğimiz gemilere dünyanın en profesyonel saldırısı gerçekleşti, gazeteci fotoğrafçı ağabeylerimiz öldü, tam hınçlanıyoruz derken sayın abimiz koşa koşa İsrail kışlalarını bastı. Normalde onlara hizmet için yaratılmış bu süfli timsahlar, asla ve kat’a yanına yanaşamayacakları İsrailli subayları sözüm ona alt edip gönlümüzü ferahlattılar. Şimdi en güncel görevleri dünyanın o en güzel, en yaşanılası ülkesi Suriye’de kahramanlıklarını(!) gösteriyorlar. Gün gelecek “Bolu Beylerine” sadakat adına gösterilen mazlum hedefe karşı başka bir karton yiğitlik, sanal erkeklik gösterecekler. Kahramanlık dediğimiz şeyin ahir zaman çarkları arasında dağılacak, adalete muhtaç, erliğe tutkun o bizi biz yapan tüm bozkırlılığımızı üç tane hainin elinde maymun edeceğiz. Ağaları, Amerikaları, Siyonistleri, Liboşları, Merkez Sağcıları, insanlık defterlerinde ne kadar pislik varsa bu sanal kahramanlıklarla insan derisinden sayfaları temize çekecekler. Kaldırım köşelerine kestane kabuğu birkaç yiğit F tiplerinde, kahvelerde, kurtlu kitabevlerinde olmayacak geleceklerin hayalleriyle kızgınken kimileri utanacak, kimileri de ellerinde çay buharından sararmış birer kumanda bu utançlarla övünecek. Bizim de bu utançla övünmemiz lazım aslında, kafaları fazla kurcalamak boş. Hz. Aliler, Köroğulları, şunlar bunlar basit birer ölü şimdi. Irzı kirletilen kızlarımız esmer tenli birer şişme kadın, Irak’ımız, Suriye’miz aslında bize varlığı inandırılmış birer masal şehri. Ölen yiğitlerimiz odundan, sömürülen kaynaklarımız ottan çöpten başka bir şey değil. Bir gün nükleer namlular bize dönerse de kafaya takmamak gerek. Cüneyit’le Polat’ı birbirlerine monte eder, dünyanın en güçlü ordusunu oluşturur, Cümle Cihanın anasını ağlatırız! Gazavatnamelerimiz gavatnamelere dönüşmüştür ama hayat; bedelsiz bir şey yok şu yalan dünyada…
* Akla düşenler, yola çıkıldıkça derinleşen açmazlar ve sorun yumaklarının bireyi neredeyse dakika sekmeksizin nefessiz bırakışı karşısında hala "akil" olanı aramaya devam ediyoruz. Akil olanın belirli kural ve kıstaslarla belirlenmiş zümreler için özel bir armağan olmadığına inatla inanmak istiyoruz. Derdimiz meramın görünür kılınabilmesi. Bahis açtıklarımız anaakımın yüz göz olmaya tenezzül etmedikleri. Etmekten bir özenle, koşar adım kaçındığı şeyler olmaya devam ediyor günahıyla sevabıyla. Sözün tamama erebilmesi, kelam olarak ortaya atılanların işitilmesi ve ortaklaştırılması ile mümkündür. Söz, bahsin çoğaltılması için mevzunun anlaşılabilmesi için bir anahtardır. Meramın sınırlarında kısaca değindiklerimizin tamamlayıcısı olan metinleri paylaşmaya çalışıyoruz. Futuristika!'da yayınlanmış Özkan Şahin imzalı Kahramanlığın İflası başlıklı makale değinilerimizin sıkıcılığında, okunmazlığına panzehir olacak bir meramı oluşturmakta. Yazılması gerekenleri, söze katılması elzem olanları bazen böyle doğrudan iletmek farzıdır. Kalemimiz henüz o raddeye gelememiş olsa da Özkan Şahin gibi kalem erbabları bizim bu eksiliğimizi tamamlayacak metinleri ile anlamı çoğaltmakta, aşılması gereken yolu yakın kılmaktadır. Futuristika!'nın ve Özkan Şahin'in anlayışlarına binaen bu önemli makaleyi sayfamıza alıntılıyoruz.
..Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam...İyi Haftalar...
Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan - Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.
Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – Promo Inquiries – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
---------------------------------------------------------
>>>>>Info Go-R-Sel
ex-position of the face, 2010 by homo sacher
photographic animation artists: fabrizio esposito (shooting, editing), giorgia goldini (performance)
>>>>>Poemé
Sürgünler - Peyo YAVOROV
Döşer sayısız ateşleri dört bir yana
batan güneşle aydınlanan deniz;
zincirden boşanmış öfkeleri içinde
tükenir gürültücü dalgalar ve dinlenirler...
Kayar sularda hafif gemimiz,
yol alır yumuşak rüzgârlarla,
ve kayıp giderken gemi, siz silinirsiniz
ey, sisli anavatan kıyıları.
Bilmem bir gün dalgalarla çalacak mı
o dönüş saati, o tek umudumuz?
Sonsuz yollarında dalgaların - toprak ve su
kalacaklar herdaim bizim düşümüz.
Ama siz - Vardar, Tuna, Marica,
ve siz - Istranca, Pirin ve sen, Balkan:
Aydınlatacak anılarımızı son saate dek
hiç durmaksızın, sizin ışığınız.
Sarsmak istedik zulmü temelinden,
bir aşağılık hain sattı bizi;
oğula düşen göreve boyun eğiyorduk -
ve işte şimdi her şey yitti gitti...
Ey vatan, sevgili alınyazısı, gene de
biz savaşı sürdürebiliyorduk
coşku içinde, dur durak bilmeden
kutsal tapınağın önünde senin. -
Ne yazık, almış başını gider vapurumuz,
uçar bizimle birlikte uzaklara...
Gece, sönen geniş dünyanın üzerine
serer, enginliği içinde gölgesini.
ve biz görürüz ufukta şimdiden
dağların düşünceli karaltılarını,
mavi gökyüzü altındaki dağların,
o güzelim Athos'un taçlandıran.
Gözlerimiz yaşlı, döner bakarız
arkamıza son kez,
o sınırlara, canımız kadar sevdiğimiz:
Herdaim görmekte onları bulanık bakışlarımız-
Ve zincirlere bağlı kollarımızı uzatırız
gözden ırak cennetimize doğru...
İçer zehirli acılarımızı yudum yudum yüreklerimiz. -
Elveda vatan, elveda kaygılarımızın kaynağı
Çevirenler : A. KADİR - Eray CANBERK
Kaynakça: Şiir.gen.tr
Deuss_Ex_Machina_475_--_iudex, ex in mentis discordantia
18 Kasım 2013 Pazartesi gecesi "canlı" yayınlanmış programın parça dizinidir.
>>>>>sesli meram muhteviyatı<<<<<
1. Julia Holter - Hello Stranger (Domino Recording Co. Ltd.)
2. Julia Holter - This is A True Heart (Domino Recording Co. Ltd.)
3. Nadine Shah - All I Want (Apollo)
4. Nadine Shah - Dreary Town (Apollo)
5. Kwes. - Flower (Warp Records)
6. Kwes. - 36 (Warp Records)
7. Inc. - Trust (Hell Below) (4AD)
8. Inc. - Desert Rose (War Prayer) (4AD)
9. Cherax Destructor - Remember Me in Your New Life (Self Released)
10. Cherax Destructor - Okabe (Self Released)
11. Savages - Marshal Dear (Matador)
12. Savages - Waiting For A Sign (Matador)
13. Primal Scream - Relativity (First International)
14. Primal Scream - Culturecide (First International)
iudex, ex in mentis discordantia
(475)
Söz Tahlilin Başlangıcıdır.
"O kendi başına iktidardan çok özellikle iktidar ilişkilerinden sözedilmesi, ilişkinin terimlerinden çok-bunlar nedenler değil yalnızca etkilerdir- ilişkinin takendisinin vurgulanması gerektiğini belirtir. Onun ‘sonsuz küçük, akışkan, tersine çevrilebilir oynak’ bir iktidar oyunu olarak iktidar nitelemesi zaten 70’lerde de sözkonusuydu. Yeni kip, aşk, öğretmen ve öğrenci, karı- koca, çoçuk ve ebeveyn gibi ilişkilerin içsel’indeki iktidar pratiğini ifade eder ki, Nietzche’nin ‘güçler’ kavramı zaten bu anlamda Foucault’un stratejik ilişkiler kavrayışının öncülüydü. ‘Bir eylem üzerindeki eylem’olarak tanımlanan bu kip‘başkalarının etkinliğini kontrol etme isteği’ dolayımında yayılır.
Bana öyle geliyor ki, özgürlükler arasındaki stratejik bir oyun olarak kavranan iktidar ilişkileriyle –ki bu durumda bazıları başkalarının davranışını kontrol etmeyi dener, o halde ya kendilerinin kontrol edilme imkanını savuşturmaya ya da başkalarının davranışını kontrol etmeye çalışırlar- genellikle iktidar olarak addedilen tahakküm halleri arasında bir ayrım yapmak zorundayız. Bu perspektiften iktidar başkasının eylem alanını bütün olarak düzenleme ve başkasının olası eylem sahasına nüfuz etme yetisi olarak tanımlanır. Bu yeni iktidar kavramının gösterdiği şey savaş ve çatışma modelinde zımnen varolsa bile yine de tutarlı biçimde açıklanmamıştı. Bir başka deyişle iktidar pratiğini anlamayla ilişiklendirilmiş güçlerin fiili ‘özgürlük’ünü önceden varsaymak zorunludur. iktidar ‘etkin özneler’ üzerinde, özgür, olabildiği kadar özgür olan özneler üzerindeki bir eylem modelidir.
Öte yanda bir iktidar ilişkisi, eğer bir iktidar ilişkisi olacaksa, bu yalnızca zaruri iki öge temelinde söylenebilir; “öteki” nin (iktidar uygulamasına tabi olan kişinin) bir özne olarak belirli bir gayeye göre hareket ettiği ve bunun bir iktidar ilişkisiyle, bütün bir yanıtlar, etki ve tepkiler ve olası türetimler alanıyla birlikte açığa çıkabileceğinin kabul edilmesi gerekliliği. Ancak bu şekilde, modelin koşullarına uygun olarak öznelerin durumu değiştirme olanağı şayet varsa ve bu olanak daima mevcutsa özgür oldukları söylenebilir. Bu iktidar pratiği kipi, çalışmalarının iktidar üzerine yoğunlaşmasıyla başlayarak Foucault’un kendisine yöneltilen eleştirilere yanıt vermesine de olanak verir: ‘Bu yüzden söylediğim şey daima kapanın içinde olduğumuz anlamına gelmiyor, ama daima özgür olduğumuz-öyleyse, her koşulda, her zaman için değiştirme olasılığının varolduğu anlamına geliyor.’
Tersi biçimde, stratejik ilişkilerin kurumsal istikrarıyla nitelendirilen egemenlik halleri, 'eylem üzerindeki eylemler'le, iktidar ilişkilerinin değişken, oynak ve tersine çevrilebilirlik potansiyelini içeren gerçekliğiyle sınırlanır. Her toplumsal ilişki içindeki asimetrik ilişkiler, stratejik ilişkilerin tersine çevrilebilirliği ve ‘değişken’liği, özgürlüğü kristalleştirir ve kaybeder. Foucault ‘iktidar teknolojileri’ni, başka deyişle bireylerin kendi özgürlükleriyle birbiri arasındaki ilişkilerde kullanabilecekleri stratejileri oluşturan, tanımlayan, örgütleyen ve kurumsallaştıran pratikler kümesini, stratejik ilişkiler ve egemenlik halleri arasına yerleştirir.
Foucault’a göre iktidar teknolojileri iktidar ilişkilerinde merkezi bir rol oynar, çünkü bu teknolojiler dolayımında stratejik oyunların açılış ve kapanışı olanaklıdır; bunların uygulanması sayesinde stratejik ilişkiler asimetrik kurumsallaşmış ilişkiler (egemenlik halleri) içinde kristalleşir ve sabitlenir ya da tersine çevrilebilir ve akışkan ilişkiler içinde biyoiktidardan kurtulacak öznelliklerin yaratımına yolaçılır.
Etiko-politik mücadele tam anlamını iktidar teknolojilerinin arazisi üzerinde, ‘stratejik ilişkiler’ ve ‘egemenlik halleri’ arasındaki sınırda kazanır. O halde ‘etik eylem’ stratejik ilişkiler ve yönetimsel teknolojiler arasındaki düğüm noktasında yoğunlaşır ve başlıca iki amaca sahiptir: 1. kendi (ben) ve diğerleriyle ilişkileri yönetecek kural ve teknikler sağlama yoluyla, stratejik ilişkilerde tahakkümü en aza indirgeyecek bir etkileşim olanağına yolaçmak, 2. onların özgürlüğü ve hareketliliğiyle iktidar pratiğindeki tersine çevrilebilirliği artırmak, çünkü bunlar direniş ve yaratımın önkoşullarıdırlar." Biyopolitika - Maurizio Lazzarato - Kutlu Tunca'nın Türkçe Çevirisiyle.. / Kaynakça: Sınırdan
Her yanımız her yöremiz durmaksızın ve bir yerde de hiç sonlanmayacak bir biçimde etkinliğini, dönüşümünü sürekli güncelleyen bir tahakküm şeceresiyle dönüştürülmektedir. Her gün bir öncekinden ağırlaşan, kalıpların daha da fazla sıkıştırılarak tektipleştirme hamleleriyle beraber son şeklinin verilmeye çalışıldığı bir tahakküm mefhumu kotarılmaktadır. Yerle yeksan edilen aklın doğrusunun, erkin kitabında yazanlarla değiştirilmesinin neticesinde yanlışların giderek normal sayılması bu tavrı görünür kılmaktadır.
Erk-muktedir-iktidar için keskin sınırlarla ayrıştırılmış bir doğru mevcuttur. Bir adet doğrunun da zerrece hata payını barındırmadığına olan özgüvenle beraber tahakkümün temelleri de yavaş yavaş atılmaktadır. Eğreltiliğin sözün önemsizleştirilip, itibarsızlaştırılmasının zemini de böylelikle kotarılmaktadır. Ne düşündüğünüz, nasıl bir tahayyülünüzün bulunduğunun erk için herhangi bir önemi / önceliği yoktur.
Kendi bildiğinden şaşmanın en büyük felaket olduğunu bildiğinden bu yana güncelliği içinden çıkılmaz bir gayya kuyusuna evirmeye çalışan, belirli bir açıdan da bunu başaran yapı günümüzü, dünümüzde gördüklerimizden daha fenalarıyla donatmaktadır. Artık sözün tükenmesini beklentilemek gibi teferruatlar bize bırakılmıştır. Korkularımızın, çekincelerimizin neden bunca çoğaldığının yansıması bizlere bırakılmıştır.
Dönüşüm nam tahakkümün eyleye geldiği yegâne şey yukarıda alıntılamaya çalıştığımız biyopolitik hamlelerin, bedene karşı türetilen sınırı afakî bir netice değil şimdinin sonucu, kaçınılmazı olarak değerlendirmesi bundandır. Boylu boyunca, enine boyuna anlamlandırılması gereken açık yaraların çoğalmasının da hesabı, üzerine düşünülmesi halka bir kazanım olarak değil, şimdilik göz ardı etmelerin mümkünatıyla terk edilmiştir.
Bizler güncelliğin sınırlarında gündem diye önümüze çıkartılanların, gündeme ait olduğu vurgulanan, oysa birçok şeyi görmememiz / bilemememiz için apar topar kotarılan vakıalar ile hemhalken tam da sınırında başlayan bir edimdir tahakküm. Gözün gördüğünün, aklın bellediğinin umursanmazlığı bir yana, lime lime ve paramparça etmelerle olan mesainin sürekliliği, aralıksızlığı bu aralıkta gün yüzü bulmaktadır. Dert bir tane değildir, her olan biten de dert değildir.
Gel gelelim bir kurgu masaldan çok daha hakiki olan ve hemen her günü bambaşka bir pervasızlık ve çürüme ile donatılan bu yerde meseller kendi özgünlükleri korumaya devam etmektedir. Adları hiç anılmayanlar, bir özenle kenara çekilenler silinmeye gayret edilenler bir aralıktan güne karışmaya devam etmektedir. Tahakküm amanvermezliği işaret ederken, hep bunu işlerken başka bir şeye dönüştürmek için engellerin arasından bir yerden yeni okumalar beraberinde gerçekliği de getirmektedir.
Siyasal zeminin kaypaklığının, al gülüm ver gülüm muhalifliğin, adamına göre muamelelerin, olurların havada uçuştuğu bir deryada sınırların, menzilin dışında olanların ettiği kelamlarda bunu okuyabilmek ve anlamak hala mümkündür. Yok yere değildir bunca tahakküm. Hiçbir şey beklentilemeksizin gerçekleştirilmemektedir çünkü. Sinizm yerelleştirildikçe, korku ayrışmaz belletildikçe, dur bir o eksik kalmıştı diyerek hiddetin de eksiksizliği bu sahneye eklemlendiğinde George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü olağanımızın / günümüzün gerçekliği haline dönüşmektedir.
Avazlar ve çağrılar ve çoğaltımlar sözün birlikteliği gibi unsurların daha en başında kafasına vurularak, dizleri bükülerek tıpkı bir canlıya muamele eder gibi hınçla, linçle, şiddetle galiba en önemlisi de sirayet eden belagatli sözlerle beraber yok sayılmasıdır yıkımın kendisidir Orwell referansına bizleri sürükleyen. Biyopolitika meselinde devletçe bu sisteme uyumsuzluğu en asgaride tutmak, bir ihtimal değil kesin sonuç olarak yok etmek için kullandığı hangi enstrüman varsa onun bizatihi bu mekanizmada, bu güncellik dahilinde görebilmek mümkündür.
Gözetim ve denetimin en üst seviyede tutulduğu, işe yarayacağı tahmin edilen sözcüklerin açılımlar, paketler, yaklaşımlar şatafatlar arasında duyurulurken bir kenarda denetim ve gözetimin yeni eşikleri, hem tahakkümü kalıcılaştırmaktadır hem de biyopolitika ediminin içeriğini yeniden zihinlere kazımaktadır. Uyumsuzsan, yoksundur. İtirazlar ile hemhalsan, sözünün arkasındaysan sen yoksun.
Bir ihtimal gözden kaçtın söze karıştın, varlığını görünür kılınmayanlarla bir olmaya adadın daha ilk cümleden ensene birikecek bir linçin karşısında tek başına bırakılırsın. Genelin sorunları bunlar değilmiş gibi zikredilirken her gün başka bir masal anlatılırken ekranlarda gösterilenlerin acaba bu ülkede mi oluyor diye düşünedurduğunuz bir yerde keşke o zannetmeler bir netice olsaydı. Genel geçer bir tahayyül olarak kalsaydı.
Oysa bugünün şartlarında adı anılmayanların, gösterilmeyenlerin içine çekildiği sınırların karanlığı çok uzaklardan, menzilin dışında bile olsa kendini ısrarla göstermektedir. Biyopolitika meselini her yanda serimleyebileceğimiz tavırlar birbiri peşi sıra günün her anında vuku bulmaktadır. Yaralar öylesine içeriğimize, içimize işlemiştir ki tek bir göz korkutmanın, sade ve sadece bir uyarının bile nelere kadir olduğunu görebilmek için muktedirin yol arkadaşlarına! eylediklerine bakabilmek ile çözümlenecek bir yanıtta kendini bulmaktadır.
Yanıtlarımız silinmeye çalışırken bizatihi o erkçe gerçekleştirilenlerin ne menem şeylerden ibaret olduğu vurgusu yalın ve çırılçıplak önümüze dikilmektedir. Kral gerçekten çıplaktır. Her yanımızı darp etmek, bedenlere uzaktan kurduğu tahakkümü hayat akışının ayrışmazı haline dönüştürmek için aralıksız çalışmalarından görebilmek mümkündür. Velev ki sözcüklerinizle itiraz ettiniz, en başta anlaşılmaz bulunursunuz. Bir ihtimal ne diyor diye bakılan olursunuz bir sonrası anlaşılmaya başlandıkça, tehdit oluşturduğunuz vurgusu devreye sokulur.
Anlatılanlar dönüştürüldükçe, eğilip büküldükçe bu vurgu giderek hedefin kendisi olmayı kolaylaştırmaktadır. Hedef tahtasındaki suretlerimizden öte artık insanlığımızdır. Bugünün şartlarında erkin anlattıklarının, uyguladıklarının veyahut ta reva gördüklerinin hiçbir özrü yokken o elinin altında sakladığı sopaların tastamam özetidir tahakküm. Özetleyen bir mefhum olarak hayatı hangi koşullarda yaşadığımızı bildirendir.
Fahriye Yıldırım'ın kirli bir savaşın devamlılığı için yapılacak karakola karşı isyanını canıyla ödemesine karşı sorumlulardan tek birini bile ortaya çıkartmayan, soruşturmaları gizli olarak tanzim eden ne haberdar eden ne de yanıt veren bir sistematiğin kendisidir tahakküm. Bir kadının her şeyden önce bir ananın yüreğini daha fazla yakandır işte o tahakkümün yanıtsızlığı. Medeni Yıldırım, kanıtlar peşinde koşuluyor intibası uyandırılsa da sumen altı edilen dosyalardandır, her dem devletin bildiğini okuduğu.
Açık olarak söylenmese de yok olanlardandır, varlığı bu biyopolitika meselinde adı anılmayacak olanlardandır. Tıpkı ikinci senesine doğru ilerleyen Roboski Katliam'ının akıbetinde tıpkı Ceylan Önkol'un, Sera Yavuz'un, Mazlum Akay'ın Behzat Özer'in ismi cismi devlet için bir istatistikten ötesi olmayan, kitlesel tepkisizlik yüzünden sadece zaman aşımlarının beklentilendiği, elbet bir gün gündem olmaktan çıkar diye bildirilenlerin ortaklığındadır.
Hayatlarımız şeklinin, şemalının mütemadiyen dönüştürüldüğü, erk neyi tahayyül ederse ona göre düzenlendiği, biçimlendirildiği, sadece bir zamanlar o da kerhen, temcit pilavı gibi kaşıklatılan bir kardeşlik masalının çeşnisi olaraktan anılandır. Yaralar her yanımızı sarmışken, yaralar olur olmadık zamanlarda yeniden çoğalırken bir Kürd ilinde, bir Ankara'nın ortasında, bir İstanbul'un hep bilinen denetlenen, gözetlenen arka sokaklarında yine ve yeniden çoğaltılmaktadır. Dert midir bütün bunlar diye bir kalemde silinip atılacak şeyler değildir.
Ne yaşadığımızı ve neden bu sonuçlarla hemhal olduğumuz, nasıl bu yaralarla yaşatılmakta olduğumuz eksiği gediği olmaksızın sorgulanmasıdır. Biyopolitik tanımlandırmalar, biçimlendirmeler, Gezi Direnişi'nden bu yana gün be gün artan, hiddeti, yerle yeksan etmeyi, talanı ve tahrifatı anlamlandırma çabasında görünenleri fark etme meselesidir. Gezi Direnişi boyunca hayatları çalınanların varlıklarına neden kastedildiğini anlayabilmenin sacayaklarındandır.
Günler günleri kovalarken, zaman hızlıca koşar adım ilerlerken aslında esasın ne olduğunu bilmek hepimizin sorgulaması gerekendir. Dün sadece buralarda, dün sadece mahallemizde eylenenlerin, reva görülenlerin bugün uluorta menzili / sınırı olmaksızın her yerde yeniden yapılandırılması, bir kez daha tekrar edilmesi için çabalanılan bu denetim, gözetim ve baskılamanın bir başka evresidir bilelim.
Yargısızlığın, bertaraf etmelerin bunca arsızlığında yaşadığımız karanlığın kuvvetle muhtemel solukları kesmekten öte, artık yaşamı tastamam başka bir şeye dönüştürmek için ortaya çıktığı ve geliştirildiğini anlamak artık mümkündür. Bugünün dünyası yaşamı bir makine rutininde, dakikliğinde, hissiyatsız v sadece potansiyel seçim süreçlerinde efendilerine biat eden / ses çıkartmayan, sıradan ayrışmayan, her türlü yıldırmanın komşusuna, tanışına denk geldiğini bilse de sessizliğini korumaktan ayrışmayacak olmalar içindir. Bu menzilden bunca gün sonra görünen budur.
Basitleştirilmesine çabalandığımız yaşama çabasının, yaraları iyileştirme gayretinin önce yüzleşmelerden, önce hesabı verilmeyen şartlanmışlıklara karşı söz birliğini yeniden kotarmaktan geçtiği yinlenesidir. Şimdi! mefhumunu konuşurken yazarken söze karışmak halen mümkünken bir yerlerde kendi oyununu sürdürmeye devam eden muktedire karşı başka bir şansımız yok olmayacaktır.
Yaşayabilmek iş bu neoliberal düzenin çarklarına hayatımızı kaptırmadan, çalınmasına müsamaha etmeyeceğimizi artık yüksek sesle bildirerek, gösterilmeyenleri savunarak bir arada mümkündür Gizlisi saklısı olmayan özgürlükleri parçalanabilir, bir şekilde koz olarak elde tutulan, gerektiğinde tehdit olarak elinizden alırım diye ortalıklarda gezinen muktedirliğe karşı 'sözün barikatından' başka bir çıkışımız yok.
Günü karanlık ile zapt eden, tahakkümünü bir fiil türlü çeşit sansür ile saklamaya çalışan, göstermeme gayretinde olan bu menzilin içerisinde yaşama gayreti ancak böylesi bir çabalınımdır. Gerisi bildiğimiz, gerisi hep yaşamak olduğumuzdur. Sınırlar daraltılırken, çoğunluk, çokluk mefhumları siyasette sinsice sündürülürken kamusal alanı yeniden geri kazanabilmek sözü önemseyerek mümkün olacaktır. Meram bu sınırlardadır.
Toplumun tastamam dönüştürüldüğünde artık adım atacak söze karışacak yeniden yola çıkacak bir olanağa sahip olmayacağı birçok şeyi açıklayacaktır. Neredeyse tek bir doğrudan tek bir bakış ve söylemden hemen her durumda tektipleştirme dayatımından gayrisinin düşünülmediği, söze katılmadığı son derece aşikar olan bir sürecin hemen her gün yeniden kurulduğu, stratejilerini geliştirip öne sürdüğü, boyunduruğu altına almaya çalıştığı bir güncelliğin içerisinde ilerliyoruz. Bir aşağı bir yukarı.
Yolumuz enikonu daraltılırken sözün geçersizliğinin yolları temellendirilmeye çalışılırken güncelliği paylaşıyoruz. Dertler ortada koca bir yığıntıya dönüşürken, birikmeye devam ederken sorun yokmuş, sormadınız ki hiç yok olduğunu ikrar / beyan edelim söylemleriyle tam da erkin beklentilediği bir biçimde vasatlıkta nefes almaya çalışıyoruz. Tektipleştirmelerin belirli kalıplara kuralsız biatlerin zikredildiği bu yerde dönüşümün değil yıkımın tanıkları arasındaki yerimizi alıyoruz.
Çizilen imajın ve öne sürülen fikrin gerçekte hasıl olanla bağları kesildikçe, bağlantılar muğlaklaştırıldıkça her defasında gün, bir öncekinden de ağır bir sınav haline dönüşmektedir. Artık o bahsi ezberimizde tutuyoruz. Gördüğümüz devletlûnun gözünden tarafımıza biçimlenen değerin her ne olduğunun, nasıl düşmüş kaldığının teyididir ikrar ediyoruz. Normal, yıkıma böylesine açık terk edilirken her şeyin tek bir menzilde, hepimiz için hayırlısı budur denilerek tektipleştirilmesine bir tek vurgusunda şekillendirilmesi gayretinde kenara itilmeye devam ediyoruz, artık biliyoruz.
Yergilerin, yaftalamaların hep bir avazdan aynı sözcüklerin dizildiği cümlelerin ezber ettirildiği bu yerde yaşamın sadece, salt kural kaidelere uyumluluk ile değil erkin iki dudağı arasından dökülecek hemen her şeye kayıtsız şartsız itaat ile şekillendirildiğini öğreniyoruz yeniden. Ne kadar eskiyen, eskide, geçmişte kaldığı savunulan, otokratik hamle varsa hepsinin ambalajı değiştirilerek reçetelendirilmesi, yıkımı kalıcılaştırmakta biliyoruz.
Bugünün şartları bunu gerektiriyor onun içindir ki sakıncalı sanılan kelimelerimizi, adlarımızı, simalarımızı başlangıçlarımızı dillerine monte etmeye çalışıyorlar görüyoruz. Dün yasak edilenlerin bugün başka yasakları kotarmak adına el altında tutulduğunu, sufleyi beklediklerini figüran addedildiğimiz bu "demos" oyunu dâhilinde idrak ediyoruz. Korkularımızla, kederimizle bir başımıza, sorgularımızda hep işitilmeyenler olarak tasnif edilmeye alelacele devam ediliyor biliyoruz.
Mesnetsizliğin bir boyutu / katmanı olarak henüz adı bile anılmayan, anılmamış bir birlikteliğin bir zamanların linçini tertip edenler olduğu bahsinin zikredilmesine içerleniyoruz. Düzenek başka şeylere kafa yorulmasını, dikte etmeye hep devam ederken yaraları epey bir dikkatle kanatmaya devam etme gayreti içerlenmemizi kalıcılaştırıyor. Sözün tükettirildiğini biteviye aynı vurgulamaların / benzeş çıkarsamaların layık görüldüğü bir yerde bir Ahmet Kaya'nın isminden 'siyasi' rant elde edilmemişti. Bir o bahis eksikti.
Özlemi, Kürtçe şarkıyı yaparak anadilinde meramını söylemeyi istemesinin karşılığı / yanıtını çatal bıçaklar / linç uğultusu / onuncu yıl marşı ile alana devletin şefkatli kollarının yalandan açılmasının kepazeliğidir ol bahiste. Sonrası ise herkesçe malum hayatının gaspında / sorumluluğunda gezi eksikti, eksik kalmıştı ki devletlûmuz her zamankinden de atik bir biçimde meseleyi birleştirmeyi, gezinin ardından ortaya çıkacağı zikredilen bölüp / parçalamanın devam ettirilmesi için olmamış şeylerin bile vuku bulduğu, gerçek olduğu savı türetilmektedir.
Hala gözlerin içine baka baka yalanla gerçek kotarılmaya çalışılmaktadır. Başbakanın yapmaya çalıştığı çekincelerin / kırmızıçizgilerin / haddin hududun söz konusu devletin bekası ise her gün kanırtabileceğine itimat ve beklentidir. Arsızlık diz boyu hicap çok eskilerde kalan bir edimdir. Hicap söz konusu yalanlarda önemsiz bir detaydır devlet aklında. Şimdiden kopukluk, cumhuriyet tarihi boyunca önemsenmiş ve biteviye sümenaltı edilmiş tüm sorunlarda da olduğu gibi yok sayılmış insanlar üzerinden gıybet etmektir.
Hiçbir yaraya merhem olmadan bildiğinden şaşmamazlık, burnunun dikine gitmektir. Fahriye Yıldırım'ın tek kişilik avazının yanıtı olarak bir dolu bir dolu abukluk savunulur muydu? Kıyamlara dair hesap verilmezlik üzerinden yükseltilen her saptama var olmayı azaptan hemen hiç uzağa kondurmazken daima sapla samanın karıştırılmasının elma ile armudun bir bellenmesinin, yoktan var etmelerin, kuru iftiraların bunca açık yara varken, meseli ne yana koymalıyız?
İktidar makamının bir çukur olduğunun başkası olmadığının idrakine ulaşmak için kaç fecaat lazım gelendir Nasıl okumalıyız, görüp geçirilen delip te geçenin bu körlüğü sürekli devam ettirilmesinden gayrisine müsamaha gösterilmemesinin kıyısında yaşamak nedir? Görüp geçirilen kalıcı yıkım / tahrifatın sürekli kılınıp olağanlaştırılmasıdır. Sönümlendiği sanılan ayrıştırıp / had bildirme / hudut devşirmelerin sabık bir biçimde tıpkı bir kâbus gibi yeniden kotarılmasıdır.
Sözcükler yutulmaya devam edilmeye ve halimizin pejmürdeliğini daha da vahim kılmak adına genelleştirmelere devam edildiğinde bugünkü manzarayla karşı karşıya kalırız. Rehin kılınan akıl, durmaksızın hakarete korunaksızca teslim edilen fikir manzaramız kalıcı fonumuzdur hayat sürdüğümüz. Yadsınan, duyumsanmayıp kale bile alınmadığı sıklıkla zikredilen, devlet eliyle gerçekleştirilmiş kaybedişlerin, kıyamların, tehditlerin tecritlerin ve bir dolusunun sözde! kanıtlanabilir örneklerinin de pekliğidir.
Mehmet Ayvalıtaş'ın davasında ailesini yalnız bırakmamak için toplanan kitleye uygulanan şiddette bunu serimleyebilmek mümkündür. Devletin şefkatli kolunun, kapsayıcılığının kameralar tanıklar her halükarda bulunsun ya da bulunmasın devamlılığıdır. Tam da gözler önünde cereyan eden öylesine bir kapsayıştır ki biber gazı ile müdahaleden kaçınılmamaktadır. Öylesine bir şefkattir ki o katillerin hamisi gibi duruşmaya getirilen polislerin bellerinde silahları ile mahkeme salonuna girebilmektedirler. Nüfusun ekseriyetine pek ulaşmayan bakar körlüğün yaygınlaştırıldığı bir güncede görmek hâkimin dilinden düşürmediği oğlum kalıbındaki gibi sinir sınayışlarını da fark ettirecektir. Dümdüz soruyu yineleyelim adalet nerededir?
Açıkta konulan her yara, bir öncekinin üzerine eklenen vahametler ile çoğalandır. Bir öncesinden beter tahayyüllerin dile dökülmesiyle icat olunandır. Her yeni adette eskinin hıncının, kininin iyice derinleşmesidir."-Önümüzdeki görev görünüm alanı içerisinde insan olanın çığlığına cevap verebilecek kamusal görme ve duyma usullerini tesis etmektir" diye yazmıştır Judith Butler. Kırılgan Hayat başlıklı makalesinde satır satır detaylarla beraber. Bugünün dünyasında fikre önemin, duyurulmasından önce görülmesi elzemliliğine bir işarettir.
Her oradaydınız ulan diye bahsin Gezi Direnişinde ortaya çıkan kitlelere mal edildiği fenalıkların asıl kimin elinden çıktığı bu kadar açık olarak ortaya dökülürken örtbas etmenin bir yolu olarak kabul gören bir devlet tahayyülüne karşı sözcükleri denk getirmektedir Butler'ın fikir olarak paylaştığı. Birbirlerine lehimlenen kelimeler kolay kolay birbirinden ayrılmaz. Roboski'nin suretinden görünen Lice'nin kırsalı sınırlarında, Şemzinan'da da Kadıköy, Taksim, Kızılay'da da ceberutluğu gizlemeye ihtiyaç duymayan devletin pratiklerinde / hayatlarımıza müdahalelerinde kendini uluorta sergileyenin vahametini anlayabilirsek yol alacağımız kesindir.
Hemen her şeyin muktedirin doğrusu / bakışı neyse ona göre şekillendirildiği bir yerde yaşamak meseledir. Meselin özetiyse görünmez bilinmez denilen şeylere karşı söz birliğidir. Yarının seremoniler, şatafatlı gösteriler, düğün dernekler, bol yaldızlı vaatler, açılımlar, paketlerin gözetiminde her anın denetim altına alındığı, suç teşkil ettiğinin düşündürülmesine çalışılan bu yerde söz tek sığınılacak limandır.
Bu ve daha fazlasını eylemekten kendini hiç geri koymayan aklın götürdüğü yer uçurumdur. Dipsizliği, karanlığı kıyısına varıldığında anlaşılan bir yok ediş meskenidir. Büyük ve Yeni ülke tanımının asıl hallerini / gerçeğini ortaya seren vesikaları barındırandır. Zulüm ile abad olunmaz beylik cümlesinin önü ardı içeriği durmadan devam eden hamlelerin tam da dibinde yeniden yazılmaktadır. Her yeni yazımda bir kez daha kapanmaya yaralara dokunduğumuz bir deneyimle karşı karşıyayız.
Tekdüze bir rutinin dâhilinde ne önümüzü ne şimdiyi ne de yarınlarımızın ne hallere koyulacağını kestirebiliyoruz. Bir bilinmezlik sarmalıyla çevrelenmişken, hiç bilmemeniz en hayırlısı bahisleri aralıksız yinelenirken siyasanın görmekten bir özenle kaçındıklarını fark etmemek yıkımı / bu kötürüm hali derinleştiriyor. Kalıcılaştırılan hayal kırıklığı değil taşımakla yükümlü olduğumuz can kırıklarının çoğaltılmasıdır.
Hegemonya tahakküm muktedir elinden çıkan adına her ne derseniz o fenalık / bedlikler silsilesi bütün bu menzili kapkaranlık bir tahayyüle rehin bırakmaktadır. Hepimizi yutmaktadır. Dimağın alabileceğinden, kapasitesinden fazlası yaşamı heder, kötürüm kılmaktadır. Duyumsar mısınız, anlar mısınız? Kaçarımızın olmadığı bu cehennemi replikanın bir yerinde yolu / hayatı bulmak ve geri kazanmak için çabalanacak mıyız dert budur. Henüz yaşadığımızı varsayarken mesel az biraz da budur...
>>>>>Bildirgeç
Atilla ve Cengiz Han’ın torunlayız; bunu bildiğimden canım toplumumun adalet ararken bile kabarttığı uçarılık, pespaye kabadayılığı ya da sönük şiddet gösterilerini kınamam, tam tersi bana hoş gelir, samimi gelir, genetik derinliklerinde hala o savaş sanatkârı yalın akıllı adamların öfkesini görürüm, sevinirim. İşte derim bozkırlı ayvazlığımız, sarkık bıyıklı, top göbekli aslanlığımız. İşte Çinli ve Lehli kızları mest eden şey! Evet o şey… Basit bir postane binasındaki kırık dökük, kübik sırada işini hızlı yapmayan memura duyulan öfkenin patladığı ya da yaşlılar, öğrenciler ve eli faturalı ev hanımlarıyla dolu bir devlet bankasının mermer koridorlarında “kitlenen bilgisayar sistemine” ayıp sayılmayacak küfürlerle gazaplanırken badem gözlerin dürüldüğü o an. Sonrasında değişmezliğe dair onlarca sitayiş, şikâyet… Ardından denizin çarşaflaşması, sesi en çok çıkan adamın Köroğlu gururu ile etrafa bakınması… Kahramanlarına saygıyla yaslanan banka, postane, otobüs halkı… Hiçbir kitaba girmeyecek kadar cılız olsa da tarihsel bir manzara.
Bu manzaranın daha literal, daha edebi, daha estetik hallerini o renkli kapakları kılıçlarla, kalkanlarla, atlarla, çöllerle, develerle süslü gazavatnamelerden okurduk. Birkaç kalitesiz film ve birkaç roman, uydurma masallar. Tüm zayıflıklarına rağmen öyle hayranlık duyulasılardı ki. Hani bir söz vardır ya Köroğlu’nun kendi dayak yer namı adam döver diye. O sayfalardaki, o tasvirlerdeki şahsı manevi bizi bizden alırdı. Mızrakları, kılıçları, gürzleri, topuzları bozuk devranlara giren pırlanta çomaklar olurdu. Karşılarında zalim dayanmazdı, nerede mazlum, garip, hakkı yenmiş, aç, açık, yetim varsa, bu adamlar onları kolları arasına alır, o güzelim adaleti, o adamı insan eden adaleti ihdas ederlerdi. Bilinçaltlarımızın en kaslı koltuklarında yer edinmişlerdi. Okullarda öğretmenlerimiz kafası kavuklu saray eli kanlılarını ve boyunbağlı vampir diktatörleri bizlere kahraman diye yutturmaya kalksalar da, beyinlerimize, biz ha doğmadan kazınmış bir şeyler gri duvar yalanlarına meyil vermezi salık verirdi. Bir Öküz Kağan, bir Kür Şad, bir Köroğlu, bir Pir Sultan adı duyar duymaz ‘işte’ derdik ‘bizimkilerden bahsediyorlar’. ‘Ezikliğimizi, yılgınlığımızı, çaresizliğimizi sahiplenecek adamlar geldi işte’. O an Bolu Beyleri, Hızır Paşalar yağmura tutulmuş birer sokak kedisi gibi pespaye, kudretsiz, namsızlaşırdı gözümüzde. Varlıkları zaferdi, insanlıkları bayrak. En garibanları Keloğlandı, Nasreddin Hocaydı. Kelimizin bile gözü padişah sarayıydı, içtiği kuru tarhana olsa da aklında filleri çukurlara doldurmak vardı. Hocamız aksakallı, boz eşekli bir yiğitti ki canı hakikate feda. Kellerimiz saç tohumu merkezlerine, hocalarımız da 657 de tabi hırslarıyla bir mevlüt fazla okuyup kredi kartı asgarisi derdine düşmeden önce böyle yiğitlerimiz vardı işte.
Ülkemizdeki bazı entelektüel vatandaşlar toplumların kahramancı kültlerini daima hakir gördüler ve bu onlar için toplumun zavallılığının yalın bir göstergesiydi. Varoluşsal bir düşünce bütünlüğü oluşturamayan geri kalmış kültürler hala kahramanlar üretiyor ve bunlara romantik bir duygusallıkla bağlanıyordu onlara göre. Çaresizliğe, sıkışmışlığa, umutsuzluğa dair en belirgin gösterge… Lakin doktoralarını yaptıkları Amerikaların Süpermenlerini, böcek adamlarını, kedi avratlarını gözleri görmedi. Alamanların, İtalyanların Gamalı Haçlı Robin Hood’ları onlar için modern ilerlemenin basit birer nüvesiydi, kınanmamalıydı. Aklı, bilimi, insan onurunun doruğunu simgeliyordu bu adamlar. Çarpık mı çarpık birer kişiliğe sahiplerdi ama olsun! Oysa zaman gösterdi ki kahramanlık kültü modernliğin ve onun inşa ettiği toplumların bile yok edemeyeceği bir güce sahipti. Açlık, sömürü, katliamlar, evrensel kahırlar devam ettikçe yeni yeni kahramanlar rücu ediyordu. Refah, bollu, düzen kimi diyarların her noktasını kaplasa da, bu diyarlar da kahramansız kalmıyordu. Güzel İnsanlık, bu kocaman yeryüzü ve koca koca milletlerin üç beş tane hanedanlı şizofrene teslim edilmeyeceğini bir yerden seziyordu. Her olumlu veya olumsuz sürecin acılarına dair bir refleksti bu kült ve ürünleri.
Dedelerimizin İtalyan malı fötrler giyip, sakallarına ustura vurarak hamam oğlanına döndükleri günlerde; Komünizm nedir, vatan-millet nedir, devletiydi demokrasisiydi ne menem şeylerdir, bilmediğimizden, ayaklarımız Kore, Kıbrıs yolları, midemiz süt tozu, kafamız bit ilacı, gerdanımız parfüm bilmediğinden, evliyaullahlarımız mebuslara dönüşmediğinden, Hz. Alilerle, Zal oğlu Rüstemlerle, Köroğlularla idare etmedeydik. Hala heyulalarımızdaki cenkler Allah içindi, karılarımızın, bacılarımızın namusu, Urum gavuruna köleleşmemek içindi. Modernite belası kahraman nedir, kahramanlık nedir sorularını henüz cevaplamadığından, hasat nasırıyla paralanmış avuçlarımıza yeni bir tanım tutuşturmadığından kafamız rahattı. Gün geldi; Sevgili milletimiz Cenk Hikayeleri, Hayber Kaleleri alması gereken paralarla, koca sinema salonlarında Cüneyit Filmleri izlemeye başladı o zaman Köroğlu’nun mezarına ilk avuç toprak atıldı. Modernlik kafamızdaki kahraman imajını o iğreti İngiliz sırıtışıyla çarpıtma faaliyetine girişti. Modernlik klasik usulüyle, Türkleri, Japonları, Arapları karikatürize ederek kendilerinden tiksindirirdi ya! Teni tenimize, saçı saçımıza benzemeyen, Arabistanlı Lawrence kılıklı bir adam Briyantinli saçları ve renkli gözleri ile altında etsiz bir sütçü beygiri, elinde yamuk bir kılıç, alacalı, veremli köy gariplerinden müteşekkil papaz elbiseli Urum ordularını doğruyordu. Bizim padişaha kafa tutan kahramanlarımız Fatihlerin, Yavuzların fedaisi bıyıksız şaklabanlara dönüşmüştü. Alnı secdeli, harama uçkur çözmeyen, peygamber aşığı yarı derviş kahramanlarımız artık Rum saraylarında aşk yaşamadık(!) dilber bırakmıyor, bir oturuşta bir testi şarap içiyor, elinden gelince de fazla değil yarım saatte, kırk beş dakikada İznikleri, Bursaları toplu kelimei şahadet törenleri ile Müslüman ediyordu. Tarkan’ımız bacağına dolanan uyuz bir itle, basit bir mağara adamı kıyafeti ile Adriyatik’ten Çin Seddi’ne dünyanın anasını ağlatıyordu. Keloğlan’ımız İstanbul varoşlarına yerleşip iş buluyor, yalı kızlarının peşinde topuk aşındırıyordu. Daha acısı bu milletin Kel Oğlanı porno film çeviriyor, İstanbullu boyalı dilberlerin koynunda tarihini sonlandırıyordu. Allah bize yine acı ki Nasreddin Hocaya banka kurdurup halka yüksek faizili kar payı verdirmedik, Hacıvat’ımızı, Karagöz’ümüzü namusundan edip Şişli ve Merter sokaklarına düşürmedik.
Şükrümüz sadece bu kadar çünkü Modern kahırlar bütünü öyle bir oynadı ki bu masum dirayetimizle! Kahramanı maymunlaştırma süreci sadece Cüneyit ve Keloğlan filmlerinde kalsa karikatürize birer çarpık eser der bunu da aşardık. Zaman ilerleyip Batılı saygınlarımızın elimize tutuşturduğu vatanı, milleti, hukuku, parlementoyu, siyasi partileri, demokrasiyi suyu kandan ve hamaset dili salyalarından müteşekkil birer tarhanaya dönüştürüp kanmaz bir şekilde içerken bütün tanımlarımızı, hayatın zor yanlarına dair bütün tasarımlarımızı garabetlere dönüştürdük. Darbe darbe sindirdik tank paletindeki tepsilerde önümüze sunulan dikenli özgürlüğü, yeni yeni değerlerimiz oldu, yeni yeni yiğitlerimiz. Halden anlamaz, eli kanlı, her şeyi ile çarpık yiğitler! Köroğlu’nun, Zaloğlu’nun, Kiziroğlu’nun yaşasa peşlerine düşecekleri işkenceci, vatancı, milletçi, en büyük şerefleri insan doğramak, en büyük süsleri kan olan, İtalyan elbiseli, Amerikan cüzdanlı tipler! Yüzlerinde zerre nur olmayan, at hırsızından azcık hallice, eroinman bakışlarıyla artık gökdelenlerle bezenmiş şehirleri haraca kesen tipler. Nerede Bolu Beylerini devirmeye and içen Köroğulları, nerede uyuşturucu baronlarının, altın kolyeli pezevenklerin, kadın tüccarlarının yüzde üç beşleri ile ekmek yiyen, alınları secdeden değil el öpmekten aşınmış bu tipler. Halkın vatanını, Allah’ın dinini, peygamberin misyonunu kimseye bırakmayan bu tipler! Evet, modern kahramanlarımızdan bahsediyorum. Yaklaşık on yıl önce yüreklerimizden yiğitliği taşırmış Deli Yüreklerimizden ve yıllardır kanallarımızın paylaşamadığı, yedi cihan dağlarına yiğitliğin resmini kazımış Polat Alemdar ve nursuz çetesinden ve türevlerinden.
Uzun zamandır tarihin kahraman kavramını nasıl bu şekilde evrilttiğini düşünüyorum. Geçenlerde Japon bir tarihçi arkadaşım ile internet üzerinden bu konu hakkında konuşuryorken “Bizim Samuraylarımızın yerini Porno starları aldı” cümlesinin ardından konuya dair ilk düşüncelerim belirginleşti. Zaten kendi tarihimizde bir konunun flulaştığını, işaretlerin kaybolduğunu görünce Japon tarihçilerle konuşurum; onlarla özdeş çelişkilere sahibizdir çünkü. Modernizm iki toplumun onuruylada aynı şekilde oynamış, iki toplumu da aynı şekilde dönüştürmüştür. Onların yiğitleri Porno Starlara, Bizim yiğitlerimiz, Celalilerimiz de eli kanlı mafya babalarına dönüşmüş işte. Defterler açılsa başka neler çıkacak ama kısmet!
Peki toplumlar bu dönüşümü neden böylesine alışılmadık bir fanatiklikle benimsemişti? Ahlak vurgunu bu yığınların, Mevlana ve Yunus Emre’nin çocuklarının bu tiplere meyyalliği neredendi?
Türkiye’de şehirleşme, büyük insan yığınlarının kentlere doluşması onların Modernlikle olan alakalarını kabalaştıran süreçti. Şehre gelmeleri ile tüm tarihsel benliklerinden sıyrıldıkları bir mecradaydılar ve bunun geri dönüşü olmayacaktı. Kültürleri, dinleri, inançları terk ettikleri yerelliğe dair birer nostaljik unsur olacaktı ve Keloğlanları, Köroğluları, Yunus Emreleri kent için ayrıksı, yabancı, kent için hiçbir şey ifade etmeyen balçıktan birer doneydi. Bu donelerin hiçbir özelliği şehirde para etmiyordu. Yiğitlik davasının ekmek davası yanında esamesinin bile okunmadığı bu ortamda kahraman ihtiyaçlarını Modern kültürü halka yayma aracı olan Medya karşılayacaktı. Sinema salonları ve aç gözlü prodüktörlerin görevini zamanla televizyon kanalları ve yapımcılar aldı.
Bu ihtiyaç önem olarak aslında yiyecek ve taşıt kadar önemli bir ihtiyaçtı çünkü eski köylü yeni şehirliler aşağılık komplekslerini bastırmak zorundalardı. Kendini bu tip adamların varlığı ile güçlü hissetmek, bilinçaltlarındaki kahramanlık güdüsüne bir kılıf bulmak zorundaydı. Muhayyilesindeki güç ve güçlü kavramlarının tanımı için hiç olmazsa görselleşecek kadar somut bir unsura muhtaçlardı çünkü artık edebiyat yapma, edebi eser oluşturma gibi bir yetenekleri, bir olanakları da kalmamıştı. Şehirde karşılaştığı canavar ruhuna ve bu ruhun tahakkümüne karşı çaresizliğin doğuracağı ahlaksızlığı haklı çıkaracak girift ilişkileri tanımlamaya muhtaçtı. Ahlak terk edilen yerele ait bir değer olduğu için ve artık kahramanın ahlaklı olması gibi bir gerekliliği kalmadığından onun içtimai mefkureci değerlere sadakati neo kahramanımıza ahlak olarak yetiyor artıyordu bile. Adil sıfatını hak etmesi için etrafındaki çakal sürüsünü doyurması ve zeki sayılabilmesi için de rakiplerini bir şekilde katakulliye getirip alt etmesi yeterliydi. Kahramanın “savunucu” imajı onu bir koruyucu melek seviyesine çıkarıyordu. Vatanı savunmak için yaptığı tek şey çetesi ile oraya buraya mermi yağdırmaktı, dini savunuyor ama alnı secdeye bir kez bile gelmiyor, üstüne üstlük açık saçık hatunlarla yatıp kalkıyordu ama olsun. Sorunlarını çözmek için şiddetten başka bir yol bilmese de ara sıra kitabın ortasından konuşması yetiyor, onu hikmetinden sual olmaz bir bilgeye çeviriyordu. Gayesine ulaşmak için kumarhane kralları ya da uyuşturucu baronları ile hep el eleydi ama olsun sonuçta vatanı, milleti, dini savunuyordu. Ve garibi ölmüyordu. Yıllar süren bölümler boyunca Ürdün ordusuna muadil miktarda adam öldürmüştü, binlerce çatışmaya girmiş, çetesinden onlarca şehit (!) vermişti ama kendisine bir tane mermi isabet etmiyordu. Yunan tanrısı gibi bir şeydi bu sinekkaydı adamlar. Toplumumuzda böylesi adamlar varken sırtımız yere gelir miydi? Yunan’dan, Ermeni’den neden korkacaktık ki? Uyuşturucu baronlarından, kumarhanecilerden, kaçakçılardan, pezevenklerden çekinmemize ne hacet… Aslanlarımızın kudreti bizi bir şekilde kötülüklerden koruyordu.
Acı çok acı. Tarihimizin o aslan tavırlı yiğitlerini yerlerine bu adamları koyarak ihanet etmemeliydik. Kahramansız kalmak, tarihin kuytularında birer unutulmuş olarak onları bırakmak, yüz çevirmek ama yerlerine başkasını koymamak, en azından onların nezdinde adımızı haine çıkarmazdı. Kardeşlerim, Polat Alemdar ve türevleri Türkün Modernizmle imtihanının kanserli bilinçaltı. Üzerlerindeki takım elbise aklını kaçırmış, irfanını farelere yem etmiş koca bir millete giydirilmiş deli gömleği. Bu neo kahramanların hiçbir zaman ahlakı olmadı, hiçbir zaman mert bir yüzleri, kahraman bir tarihleri olmadı. Ellerine bir kere kalem almadılar, aldıklarında da pavyon şarkıcılarının bestelemeye tenezzül etmeyecekleri şiirler yazdılar. Nerede bir insan, nerede bir yücelik görseler kurt iştahlarıyla bu güzelliklerin üzerlerine atladılar. Ne İslam, ne insan, ne vatan mücadeleleri oldu. 6 7 Eylül olaylarında Rum kızların ırzına tasallut edip, kaçmaya çabalayan ailelerin bavullarını yağmaladılar… 6. Filoyu protesto edenlere bu gariban toplumun en hürmetli nidaları ile saldırdılar, Zalimliğin babası olan Amerikan Ordusuna karşı Karaköy kevaşelerinin gösterdiği dirayeti göstermediler. Bir tane cami yaptırma dernekleri olmadı, en namlı kumarhaneleri, en namlı hayali ihracat şirketlerini inşa ettiler. Maraş’ta, Çorum’da çoluk çocuğu doğrayanlar bunlardı, gecekondu mahallelerinde bahçelere dalan çocukların ellerine 14 lüleri tutuşturanlar bunlar… Prodüksiyondan olmayan tarihlerinde bir tane garibanın elinden tutmadılar, bir tane mazlumun ekmek veren eli olmadılar. Ne halkçıydılar, ne ulusçuydular, ne de İslamcı. Konu mahallede göz koydukları kız olduğunda halkçı oluyorlardı. Birkaç esnaf haraç vermeyi reddettiğinde Anti Moskof ve ara ara, cumadan cumaya da Müslümanlıkları tutuyordu. Bu zavallı bozkırlıların basit bir siyasi görüşü bile olmadı, olamadı, üretemediler.
Şimdi, bir de utanmadan, kendi ülkelerini kan gölüne dönüştüren bu kara suratlılar Global kahramanlığa soyundular, İslam beldelerinde erkeklik gösterilerine giriştiler. Güya Irak’ı, Filistin’i kurtardı Polatlarımız, aslanlarımız. Tarihimizin en modern, en kokuşmuş “Cenk Hikayeleri” bunların çektikleri filmler oldu. Erkekliğimizi, zalime düşmanlık bilincimizi bilediğimiz o hikâyelerin yerinde, hiçbir tarihi mesnedi olmayan, olmamış, olmayacak ama bizlere olmuştan beter bir gerçeklikle sunulan sanallıklarla bu sefer zalime olan hıncımızı bilediler. Irakta, Amerikan askerleri kız kardeşlerimizle annelerimizle adaş onlarca kadını canlı yayında kirletti, bunlar koşa koşa alnımızdaki bu lekeyi bomba efektleriyle, oraya buraya zıplayan nursuz figüranlarla kazıdı. İsrail’de adaşımız onlarca insan her gün vahşice katlediliyor, insanlığımızı simgelesinler diye denizlere revan ettiğimiz gemilere dünyanın en profesyonel saldırısı gerçekleşti, gazeteci fotoğrafçı ağabeylerimiz öldü, tam hınçlanıyoruz derken sayın abimiz koşa koşa İsrail kışlalarını bastı. Normalde onlara hizmet için yaratılmış bu süfli timsahlar, asla ve kat’a yanına yanaşamayacakları İsrailli subayları sözüm ona alt edip gönlümüzü ferahlattılar. Şimdi en güncel görevleri dünyanın o en güzel, en yaşanılası ülkesi Suriye’de kahramanlıklarını(!) gösteriyorlar. Gün gelecek “Bolu Beylerine” sadakat adına gösterilen mazlum hedefe karşı başka bir karton yiğitlik, sanal erkeklik gösterecekler. Kahramanlık dediğimiz şeyin ahir zaman çarkları arasında dağılacak, adalete muhtaç, erliğe tutkun o bizi biz yapan tüm bozkırlılığımızı üç tane hainin elinde maymun edeceğiz. Ağaları, Amerikaları, Siyonistleri, Liboşları, Merkez Sağcıları, insanlık defterlerinde ne kadar pislik varsa bu sanal kahramanlıklarla insan derisinden sayfaları temize çekecekler. Kaldırım köşelerine kestane kabuğu birkaç yiğit F tiplerinde, kahvelerde, kurtlu kitabevlerinde olmayacak geleceklerin hayalleriyle kızgınken kimileri utanacak, kimileri de ellerinde çay buharından sararmış birer kumanda bu utançlarla övünecek. Bizim de bu utançla övünmemiz lazım aslında, kafaları fazla kurcalamak boş. Hz. Aliler, Köroğulları, şunlar bunlar basit birer ölü şimdi. Irzı kirletilen kızlarımız esmer tenli birer şişme kadın, Irak’ımız, Suriye’miz aslında bize varlığı inandırılmış birer masal şehri. Ölen yiğitlerimiz odundan, sömürülen kaynaklarımız ottan çöpten başka bir şey değil. Bir gün nükleer namlular bize dönerse de kafaya takmamak gerek. Cüneyit’le Polat’ı birbirlerine monte eder, dünyanın en güçlü ordusunu oluşturur, Cümle Cihanın anasını ağlatırız! Gazavatnamelerimiz gavatnamelere dönüşmüştür ama hayat; bedelsiz bir şey yok şu yalan dünyada…
* Akla düşenler, yola çıkıldıkça derinleşen açmazlar ve sorun yumaklarının bireyi neredeyse dakika sekmeksizin nefessiz bırakışı karşısında hala "akil" olanı aramaya devam ediyoruz. Akil olanın belirli kural ve kıstaslarla belirlenmiş zümreler için özel bir armağan olmadığına inatla inanmak istiyoruz. Derdimiz meramın görünür kılınabilmesi. Bahis açtıklarımız anaakımın yüz göz olmaya tenezzül etmedikleri. Etmekten bir özenle, koşar adım kaçındığı şeyler olmaya devam ediyor günahıyla sevabıyla. Sözün tamama erebilmesi, kelam olarak ortaya atılanların işitilmesi ve ortaklaştırılması ile mümkündür. Söz, bahsin çoğaltılması için mevzunun anlaşılabilmesi için bir anahtardır. Meramın sınırlarında kısaca değindiklerimizin tamamlayıcısı olan metinleri paylaşmaya çalışıyoruz. Futuristika!'da yayınlanmış Özkan Şahin imzalı Kahramanlığın İflası başlıklı makale değinilerimizin sıkıcılığında, okunmazlığına panzehir olacak bir meramı oluşturmakta. Yazılması gerekenleri, söze katılması elzem olanları bazen böyle doğrudan iletmek farzıdır. Kalemimiz henüz o raddeye gelememiş olsa da Özkan Şahin gibi kalem erbabları bizim bu eksiliğimizi tamamlayacak metinleri ile anlamı çoğaltmakta, aşılması gereken yolu yakın kılmaktadır. Futuristika!'nın ve Özkan Şahin'in anlayışlarına binaen bu önemli makaleyi sayfamıza alıntılıyoruz.
..Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina ile devam...İyi Haftalar...
Deuss Ex Machina genelgeçer disiplinlerden uzakta kalarak, deneysel öğeler ihtiva eden tüm müzik turlerine sonuna kadar kapısı açık bir yapılandırmayı sunmaya gayret eder. Bu bağlamda Ambient’dan - Weird Folk’a uzanan ses seceresinden alıntıları her Pazartesi akşamı 21.00-22.00 saatleri (GMT +2) arasında canli olarak Dinamo FM’den iliştirmeye devam ediyoruz.
Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – Promo Inquiries – Makina
Her Pazartesi Gecesi 21:00 -22:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
---------------------------------------------------------
>>>>>Info Go-R-Sel
ex-position of the face, 2010 by homo sacher
photographic animation artists: fabrizio esposito (shooting, editing), giorgia goldini (performance)
>>>>>Poemé
Sürgünler - Peyo YAVOROV
Döşer sayısız ateşleri dört bir yana
batan güneşle aydınlanan deniz;
zincirden boşanmış öfkeleri içinde
tükenir gürültücü dalgalar ve dinlenirler...
Kayar sularda hafif gemimiz,
yol alır yumuşak rüzgârlarla,
ve kayıp giderken gemi, siz silinirsiniz
ey, sisli anavatan kıyıları.
Bilmem bir gün dalgalarla çalacak mı
o dönüş saati, o tek umudumuz?
Sonsuz yollarında dalgaların - toprak ve su
kalacaklar herdaim bizim düşümüz.
Ama siz - Vardar, Tuna, Marica,
ve siz - Istranca, Pirin ve sen, Balkan:
Aydınlatacak anılarımızı son saate dek
hiç durmaksızın, sizin ışığınız.
Sarsmak istedik zulmü temelinden,
bir aşağılık hain sattı bizi;
oğula düşen göreve boyun eğiyorduk -
ve işte şimdi her şey yitti gitti...
Ey vatan, sevgili alınyazısı, gene de
biz savaşı sürdürebiliyorduk
coşku içinde, dur durak bilmeden
kutsal tapınağın önünde senin. -
Ne yazık, almış başını gider vapurumuz,
uçar bizimle birlikte uzaklara...
Gece, sönen geniş dünyanın üzerine
serer, enginliği içinde gölgesini.
ve biz görürüz ufukta şimdiden
dağların düşünceli karaltılarını,
mavi gökyüzü altındaki dağların,
o güzelim Athos'un taçlandıran.
Gözlerimiz yaşlı, döner bakarız
arkamıza son kez,
o sınırlara, canımız kadar sevdiğimiz:
Herdaim görmekte onları bulanık bakışlarımız-
Ve zincirlere bağlı kollarımızı uzatırız
gözden ırak cennetimize doğru...
İçer zehirli acılarımızı yudum yudum yüreklerimiz. -
Elveda vatan, elveda kaygılarımızın kaynağı
Çevirenler : A. KADİR - Eray CANBERK
Kaynakça: Şiir.gen.tr
Comments