Deuss Ex Machina # 227 - As Máquinas Aborrecidas Perturbam o Sono

Kay(ıp)bedenler K/lan+-Dereasonable (VV)arp Presents
Deuss_Ex_Machina_227_--_As Máquinas Aborrecidas Perturbam o Sono

22 Eylül 2008 Pazartesi gecesi “canlı” olarak gerçekleştirilmiş programın parça dizinidir.

>>>>>Musique
Album Of The Week: Mogwai-The Hawk Is Howling (Matador/PIAS)
>1<-Ryan Francesconi-Deep Rivers Run Quiet (Textura)
>2<-Ryan Frencesconi & Lili De La Mora-Green To Red (Textura)
>3<-Jesper Norda-Little Ones (April Archives)
>4<-Jesper Norda-Green And Red And Blue (April Archives)
>5<-Hauschka-Blue Bicycle (130701)
>6<-Hauschka-Rode Null (130701)
>7<-Detektivbyrån-Vänerhavet (P-Vine Records)
>8<-Detektivbyrån-Nattöppet (P-Vine Records)
>9<-Kırık Çizgi-Bugün (Self Released)
>10<-Kırık Çizgi-Esnek (Self Released)
>11<-Mogwai-Danphe And The Brain (Matador-PIAS)
>12<-Mogwai-The Sun Smells Too Loud (Matador-PIAS)

As Máquinas Aborrecidas Perturbam o Sono Bölüm (227) – Nereye Kadar Kulaklarını Tıkayıp, Gözlerini Yumup, Dilini Bağlı Tutacaksın ? Devredildiğimiz Zaman Hüzmesi Çok Daha Ayık Olmamızı Salık Vermekte İken...

>>>>>Bildirgeç
Hayat denilen olgular bütününün ayrıntılarından olan değişkenlerin sürekli bir devinim içerisinde birbirlerinden ne kadar da uzağa doğru bölümlenip, parçalandığının farkında mısınız? Birbirleriyle örtüştüğünde tamamlayıcı olanların nasıl da birden ve görünürde herhangi bir sorun olmaz iken kendiliklerinden harap bitap düştüğünü, düşürüldüğünü birbirleriyle var güçleriyle didiştiklerini gözlemlediniz mi? Bitmek tükenmek bilmeyen yanılgılarla örgülenip enikonu kördüğüm oldurulan sorun yumaklarının çoğaldığının ve ipin ucunun yakalanamadan elimizden kaçtığını hissettiniz mi? Eskisinden de çabukça berhava olduğumuzu, dahası bir günün hemen ilk saati içinde bizi bağlayan pek çok konuda, düşünmeden, harekete geçemeden, kararsızlıkla hemencecik pes ettiğimizin farkında mısınız ? Kesintilere uğraya uğraya, baskılarla didik didik, allak bullak edile edile, “terbiye” sınırları dahiline çekildiğimiz, koca duvarlarla çevrelendiğimiz mutlak memnuniyetin adını dahi zikretmeden sürüp gittiğimiz bir yaşam tantanasının tam da ortasındayız. İmdi. Farklılaşmayı beraberinde getirecek değişken ve rakamların sürekli farklılık göstermesine, bir artı bir eksi hanelere ulaşmasına karşın rutini bozulamayan bir yaşa(m)asallık. Tasarlanmış olan şekil, yaşayış biçimi gibi öngörülmüş, onaylanmış sahalarımızın içerisinde ne ederseniz edin de sesinizi yukarılara duyurmayın diyegelen bir yılgın tasvir bütünü. Yarım yamalak kalan, düzeltilmeyen bir bakışımın “korkutucu” sahiciliği karşısında insan düşünmeden edemiyor, en başından bu yana aynı noktada mıydık? Bir yanılgı dehlizinde içeriğin çoktan boşaltıldığı oyunun parçaları mıydık?

Bir haber kalıyoruz değişimden, bir haberiz iletişimden, noksanlarımızı düzeltmek bir yana ısrarla sarıp sarmalıyoruz soruların çözümlerini, kendimizden uzakta bir sanduka içerisinde görünmez kılınmasını dileyip-isteyerek. Ya da çözüme kavuşması için ilahi müdahalelerin yaşadığımız 21 yüzyılda pek sık olmadığını bilmemize karşın “el aman” demekten çekinmeyerek, vazifelerimizi üzerimizden atmaya gayret ediyoruz çabucak. Onlarla yüzleşmek bir yana giderek daha da sanallaştırıyoruz, “internet” denilegelen çapanoğlunun (!) nimetlerini kendimize göre yontup tahrip ettiğimiz kapsamı dahilinde. Oyunun içerisinde iliştirilmiş figüranlığımızın devamlılığını sağlıyoruz böylece, dengi bir daha zor keşfedilecek akış dahilinde, eğrelti eğrelti. Özgünlüğün bir kelime oyunu olduğu sanrısına kaptırıp giderek, hali hazırda tüketilmekte olan kimliklerden en makul olan birisine yamanıyoruz, yarım yamalak. Kendimizi olduğumuzdan farklı gösterme yarışında en ön safları zorluyoruz. İmgelerin keşmekeşliğinden, doğruları bulabilmek için gerekli olan çabadan soyutlanıp, sanal rahatlıkların cezbedici yanlarında kendimizi saflara dahil ediyoruz. Üretmeden tüketebilme kolaycılığına alışıyoruz. Kuşkularımızı dile getirmek istediğimizde dahi tahayyül edilebilenden fazlası karşıtlıkla sınavlardan geçiriliyoruz. Demokrasi dediğimiz halka ait olanın halk tarafından yönetilmesi, idaresi altında sorumlu olduğu alanlarda yaşamı daha kaliteli bir seviyeye ulaştırmasına ortak çabalarımızla vakıf olunabileceğine bile ayamıyoruz. Tutturduğumuz yollarımızda işin kitabında yazılanlarına göre yarım yamalak adımlar atmamızın avuntusuyla günlerimizi helak ediyoruz.

Değişkenler kendi rayında ilerlemeyi işaret ediyor olsa da, bu yarım ağızla ve kerhen uyum sağlama çalışmalarımız giderek artan bir ivme ile sekteye uğruyor. Mütemadiyen her seferinde daha belirgin bir hata reaksiyonuna çıkışlar sağlamlaştırılıyor. Ortaya çıkan büyük resimdeki hatalar ise görmesini bilen, gördüklerinden feyz alanlar için çok daha fazla detayı verecektir hiç şüphesiz. Buna ilaveten yabancılaşma da kaçınılmaz bir biçimde en yakın çevremizden (aile), süresi belirsiz bir an dahilinde kesiştiğimiz insanlarla paylaştığımız genişçe bir alanda etkisi de bununla beraber hasıl oluyor daha çabukça. Koskocaman bir karenin ortasında harflerden müteşekkil duvarlar örüyoruz, tarafeyn kimseciklere yaranamayan, etkisiz “eleman”. Kurmaya heves ettiğimiz düşük tümcelerimize kurban ediliyoruz. Kısacık vadelerde. Dönüştürülebilir rotaları takip etmek yerine, katı kurallara bağımlı kalmaya devam ettiğimiz sürece de bu tersliklerin bizlerin peşini bırakmayacağı ise apaçık ve acıtıcı gerçek olmaya devam ediyor. Çağ bilişim ve uzay diyor olsa da, insanlığımızdan uzaklaşan, giderek yayvanlaşan hemen bir örnek personalar haline evriliyor olmamız da bunu da olası kılmıyor mu? Gizlenip saklamadan, tüm acıtıcı gerçekliğiyle. Yarım yamalak, dımdızlak bırakılan her bir evre dahilinde bu daha da seri bir biçimde gerçekleşiyor. Hayat denen bu sahnelemede, bir veya daha çok katmandan mülhem bu eşikler tıpkı televizyondan görüş alanımıza dahil olan pek çok hatalı görüntü olduğu gibi kendine yeni yollarla hayatımıza dahil ediyor. Sarmalandığımız sınırı daha yükseklere taşıyor. Albert Camus’nun “Yabancı”sından bir alıntıyla bağlayalım bildirgeçimizi: ... “Anacığım sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir gün ışığı hücreme sızı verince ona hak veriyordum.”...

Deuss Ex Machina’nın Pazartesi akşamı canlı olarak sizlerle buluşan 227. bölümünde de yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız örneklerin izlerini takip eden bir kurguyu sizlerle paylaştık. Sözlerle yarım kalıyor olsa bile müziğin eksiklerimizi tamamlaması temennisine sığınarak oluşturulan bir doğaçlama. Programın açılışında, ilgiyle takip etmeye, değerlendirdiği kayıtlar üzerinden alternatif okumaları keşfedebilmemizi olası kılmış Kanada'lı e-dergi Textura.org'un genel perspektifini de yansıtan debut toplama albüm “Kubla Khan”dan seçtiğimiz parçalara yer verdik. Ryan Francesconi'nin gitarın sağladığı melodik kurgular dahilinde, bütünlediği folk tınılarına kulak kabarttık. Ele alınış biçimiyle lo-fi sınırlarına da yaklaşıp, dinleyiciyle mesafesini kararında tutmaya çalışan “Deep Rivers Run Quiet” ve geçtiğimiz sene içerisinde “Eleven Continets” çalışmasını gerçekleştirdiği bir başka keşfedilmesi gereken isim “Lilli De La Mora”nın vokalleriyle bezenmiş olan naif pop baladı “Green To Red”i sizlerle paylaştık. Rotamızı İsveç'e çevirip, Jesper Norda'nın bir ritüel kıvamında kotardığı ve dinleyicilere ücretsiz olarak sunduğu “April Archives” serisinin üç numaralı kaydı “Little Ones EP”den iki kesiti sunduk. Durağan ritm döngüsüne nazire yaparcasına, heyecanını saklamayan , yalnızlığın paylaşımındaki zorluğu, eve dönün imgesiyle besleyen bir kurgu bütününü oluşturan “Little Ones”, güncelliğin sınırlarında dolaşıma çıkan, en son ürettiği sanatsal projelerinden birisine odak seçtiği PJ Harvey yerleştirmesinde kurguladığı gibi donuk bir havanın tasvirini gerçekleştiren “Green & Red & Blue” parçasına kulak kabarttık.

2004 yılından günümüze kadar uzanan süreç dahilinde yayınladığı kayıtlar ile klasik müziğin “kitabına” uygun formüllerini manipüle ederek kotardığı, deneysel tını izlekleri ortaya çıkartan Volker Bertelmann'ın altıncı stüdyo kaydı olan “Ferndorf”dan iki farklı temayı sizlere sunduk. Piyano'nun baskın bir biçimde yön belirlediği, eklenen yaylı partisyonları ile muğlaklığını aşan “Blue Bicycle”, sanatçının deneysel kurgulama becerisine örnek teşkil edebilecek nitelikte incelikli bir ses işçiliğinden evrilen “Rode Null” çalışma hakkında umarız ipuclarını sizlere ulaştırmıştır. Anders Flanders, Jon Nils Emanuel Ekström ve Martin Molin'den müteşekkil “Detektivbyrån” topluluğunun debut çalışmaları olan “P-Vine Records” etiketli “E-18” albümüne yer verdik. Seslerin doğru biçimde kullanıldığında ortaya çıkan uyumunu, benim diyen enstrümantalist ekiplerden daha vurgulu bir biçimde irdeleyen, ses çıkartabilecek her türlü edevatı çekinmeden kullanan bir kolaj ekibin müziklerini kısaca tanımlayacaktır. Glockenspiel gibi başlı başına bir inceleme konusu olabilecek, dinleyicide şevk uyandıracak kadar uygun tonların türeticisi bir enstrümana sırtını dayayan “Vänerhavet” sonbahar fonuna da birebir örtüşen bir kayıt olarak seyrüseferimize dahil oldu. Bu çalışmanın yanı sıra geçtiğimiz günlerde yayınlanan ikinci albümleri olan “Wermland” ile ve grubun müziği ile ilgili nitelikli bir makaleyi “Limbo Pillow” sitesinde inceleyebilirsiniz. Programın final bölümünde ise Eskişehir’de kurulmasını müteakiben İstanbul sahnelerinde de sesini duyurmayı başarmış, alışılageldik imkansızlıktan bizde çıkmıyor böyle müzik, sesler diyenlere nazire yaparcasına denemeyi elden bırakmayan “Kırık Çizgi” ekibini konuk ettik. Temmuz ayı ortalarında yayınlanmış olan “d.i.y.” albümlerinden 70’li yılları çağrışım olarak kulaklarla yeniden buluşturan, sözleriyle de takdir edilesi “Bugün” parçasına dikkatinizi çekmek istiyoruz. Bütün bu isimlere ilave olarak sizlere altıncı albümlerinin henüz dumanı üzerinde iken, yıllardır istikrarla bezeli ve değişmeyen bir alışkanlık haline dönüşen müzikleriyle, müziğin ardında bahsetmeye çalıştıklarımızı bizlerle buluşturmak konusunda ısrarcı tavırlara sahip üreticilerin de merkezinde konumlandırdığımız ekiplerden “Mogwai”yi son çalışmaları The Hawk Is Howling'in rehberliğinde sizlerin beğeninize sunuyoruz.Grinin tonlarının ezici bir hakimiyeti altında bulunduğumuz bir yerkürenin içerisinde yaşamımızı idame ettirmeye çalışıyoruz. Endişe duyduklarımız neredeyse huzur içinde bulunduğumuz anlardan iki katı bir süreye tekabül eden bir gerçeklik bahsini ettiğimiz. Kuralların en nominal hakları bile ezici bir biçimde ellerinde koz olarak belleyenlerin izan ve insafsızlığına kurban edilmeye her an hazırda bekletildiğimiz bir gri alan. Tanım ve türetmeler belirli bir ayrıştırmayı gerektiriyor olsa da pek çokları için bir video oyun içerisinde alt edilebilecek kadar kolay lokmalar olarak bellendiğimiz asri zamanlar. Çok fazla ümide kendini gebe bırakmadan, hayatın acıtıcı yönleriyle boğuşa dururken bir de böylesi bir elektronik gözlerle çevrili Dünya varsıllığında sürüncemede kalmış yaşayış bütünü enikonu rengini belli ediyor. Olması gerektiği gibi değişiklikler, olması gerektiği gibi yaşayışlar en iyimser tahminle bile ütopik olarak sınıflandırılmaya devam ediyor, kendi korkutucu istikrarını da koruyup kollayarak. Bir de bu tasviri tamamlayan “gürültü” öğesi bulunmakta, endüstriyelleşmenin getirisi olarak her bir yanımızı saran, sarsan, nefeslerin tutuklu kalmasını sağlayacak kadar yüksek perdelere ulaşabilen bir ses yığını. Sözlerin karaşın bir gizil, bir kakofoni içerisinde kaybolup esas duyulması gerekenlerin perde arkasında kalmasını sağlayan bir engelleyici. Stuart Braithwaite ve Dominic Aitchison tarafından 1995 yılında Glasgow’da temelleri atılan, Martin Bulloch, John Cummings, Barry Burns’un da dahil olmasıyla beraber, modern müziğin şeklini şemâlini, yukarıda kısacık da olsa değinmeye çalıştığımız girizgahtan ilham alındığını düşündüren albümler silsilesi ile bizlerle paylaşan “Mogwai” sözün kifayetsiz kaldığı anlarda elinizin altında bulunması gereken bir cevheri tanımlıyordu, eminiz hala da pek çoğumuz için öyle.

Bir kaç senelik bir gönül eğlenceliğinden çok, Pink Floyd gibi Rock müziğin içeriğine zerk ettikleri teatrallikten, Joy Division gibi hakikatin sokaklarına taşınan emekçilerden ve My Bloody Valentine gibi gürültü kavislerine zerk ettikleri yoğun melodik sığınakları ile shoegaze disiplininden de devşirilen külliyat bütünü, Mogwai’nin ilk albüm kayıtları olan “Young Team”in de özünü oluşturmaktaydı. Tabii ki bu kısıtlı satıralar içerisinde grubun tüm külliyatına değinebilmek imkansız. Olabildiğince altı çizilmesi gerekli olan paylaşımlarının, tıpkı bir yap-boz gibi birbirine tutturulduğunda ortaya çıkan “resime” odaklanmayı daha uygun buluyoruz. Bu ilk kayıtta olduğu gibi seslerin belli belirsiz bir görünüp kaybolduğu alaşımlardan, devamında sözsüzlüğün destansı suskunluklarla süsleme yeteneğine sahip olan bir ekibe evrilmesi bu sefer ki bahsimiz. Zaten Mogwai de alfabetik bir düzenekten irdelenemeyecek kadar çok üretimleriyle anılmayı bileğinin hakkıyla elde eden bir soluklanma odağı. Oluşan yoğun kirlilikten biran olsun uzağa gidebilmek için, zihinlere yardımcı olacak çeşitliliğin sağlayıcıları. Bunu henüz ikinci uzun çalarları olan “Come On Die Young”ın öncesinde yayınladıkları No Education = No Future (Fuck The Curfew) kısa çalarının ardılında yatan durum ile detaylandırabiliriz İskoç hükumet'inin Güney Lanarkshire’da yaşayan gençlerin suça bulaşmasının önünün alınabilmesi için okul çağındaki tüm gençleri kapsayan düzenlemesi, sokağa çıkma yasağının, insan haklarına aykırı bir durum teşkil ettiğinin altını çizen, İskoçya İnsan Hakları Derneğinin de katkılarıyla üretilen bir dizi projenin belki de en çok hatırda kalan örneğini oluşturan sağlam bir muhaliflik “Mogwai”nin hamurunun daha o zamanlardan ustaca karıldığının ispatını oluşturuyor.Arthur Baker ve Steve Albini gibi ellerini attıkları ekipleri ihyâ etmiş prodüktörlerden ikisiyle beraber Yom Kippur’da seslendirilen bir Yahudi ilahisi olan “Avinu Malkeinu” yu 20 dakikalık bir epik çalışmaya dönüştürdükleri deneyselliğin odağı “Mogwai” aynı zamanda. Sözlerin sakınıldığı, ikiyüzlülüğün bariz bir gösteriş şamatasıyla çevrilip, yağmalandığı bir Dünya’ya da sanırız bu kadar kesin ve net olarak derdini paylaşabilen çok sınırlı sayıda müzikal icracısı olduğunun altını çizebiliriz gönül rahatlığıyla. Kısacık bir kesit dahilinde bile onlarca kez dinlenildiğinde farklı keşiflere yol veren “Mogwai” grubunun burada anılması gereken önemli kayıtlarından bir diğeri de 2006 yılında yayınlanmış olan “Mr. Beast” albümüne de değinelim. Stuart Braithwaite’ın sözlerine kulak kabartalım “Canlı performanslarımız sırasında, dinleyicilerle paylaştığımız kayıt dizininden farklı olarak daha yüksek yoğunluğa ulaştığımızı fark ettik. Albümlerimizi oluşturan müzikten farklı tınlamak yerine, içimize daha çok sinen ve herhangi bir nedene de dayanmadığına inandığımız, canlı performans sırasında nasıl ki yüksek seslere ulaşıyorsak, bunu muhafaza edeceğimiz bir kayıt ortaya çıkartmaya çalıştık.” Post-Rock külliyatı içerisinde dur-kalk dur-kalk anahtarına sahip olan belirli bir süre sessizliğin korunmasının ardından gürültü tasvirlerine girişen, ama bunu eline yüzüne bulaştıran, klişe haline devşiren ardıllarına karşı da bir duruş olduğunu düşünebiliriz bu sözleri. Ya da muğlakta bırakılmayacak kadar kartlarını açık oynayan, tıpkı dinleyici içerisinde bulunan endişeler gibi daha iyisi yapılabilir mi? sorusuna yanıt arayan birer müzikal kaşifliğin izlerini bulabilirsiniz. Kesin olan şu ki, “Mogwai” hayata karşıt sesler türetmeye, eskisinden farklı rotalara sapabilmeye daha çok elverişli bir iklime dahil olduğunun gerçeğini belirtebiliriz.Sözü kararında kullanmalarına olan sebat, ekseriyet enstrümantal kompozisyonların içerisinde zerk edilmiş bulunan deneysel vokal yamalarıyla kavramsal müziği tanıma kavuşturduklarını da belirtmeliyiz. Biteviye ve öylesine şekilden şekle girmiş formlar yerine, dinledikçe ayırdına varacağınız pek çok alt katman, hikaye ve söz öbeğini ulaştırdıkları "ciddi gitar müziği" ile beraber dinlettirme konusunda yetenekleri ile modern müziğe önemli bir ivme kazandırdıklarını belirtmeliyiz. Sınırlara bağlı, bağımlı kalmadan, yenilenme zamanı geldiğinde kabuğunu tereddütsüz değiştiren, bir türlü etiketlenemeyen müziklerindeki seyrüseferlerinde son durak olarak şimdilik, 6. stüdyo kayıtları olan “The Hawk Is Howling” çalışması yer alıyor. Albüm 2007 yılının Eylül'ü ile 2008 Mart'ı arasında Andy Miller'ın prodüktörlüğünde, 10 yıldan uzun bir süre önce No Future = No Education (Fuck The Curfew) EP'sini kaydettikleri Chem19 stüdyolarında, hummalı bir sürecin ardından kulaklarımıza misafir olur. Sözlerin derdest edildiği, ya da kişiselleştirmekten okunamaz hale dönüşmüş bulunan resimli bir romanın, aurası, atmosferine uygun enstrümantal pasajların birbirleri ardında öne sürüldüğü bir kayıt olduğunu ilk elden belirtmeliyiz. İnişleri ve çıkışlarıyla grubun çiğ halleriyle dinleyiciyle buluştuğu, özgün denemelerinin de temellerini attıkları “Come On Die Young” albümü ile 2006 tarihli Douglas Gordon ve Philippe Parreno'nun yönetmenliğinde kayda alınan “Zidane: Bir 21.yy Portresi” filminin de müziklerinde ortaya çıkartılan deneyselliğin bir harman edildiği bir kayıt silsilesi “The Hawk Is Hownling”. Wired Magazine'den Scott Thill'in “Come On Die Young” dönemi ile benzeşmeyi Stuart Braithwaite'a sorduğunda bunun baştan tasarlanmış bir şey olmadığını, tesadüflerin bu kanıyı güçlendirdiğini ama 99'dan bu yana ilk defa tüm üyelerin ortaklaşa müzik yazımına girişmesinin bu düşünceyi doğuran bir etmen olabileceğinden dem vurur.Primitif bir bakış açısıyla, bu sayfalarda adını sıkça andığımız Pitchforkmedia'nın kendi içerisinde dolaşıma çıkardığı ön kritikte 4.9 gibi vasatiden düşük bir not verilmesinin nedenlerinden birisi olarak da anılan ve bizzat bir isimsizin Mogwai sitesine yolladığı albüm eleştirisinde de en büyükce paragraflardan birisini oluşturan ve siz ne hakla bizim Morrison'ımızı şarkılarınızda kullanırsınız yollu tespitlerin yer aldığı, amma velakin albümü dinlediğinizde kazın ayağının hiç de öyle olmadığının aşikar olduğu “I'm Jim Morrison, I'm Dead” ile albüm açılıyor. Piyano'nun öncüllüğünde, partisyonda ilerleyen her bir saniye içerisinde nihai döngü olan, Mogwai'nin de kimliği haline dönüşen ses karaşınına çıkan deneyselliğin tutku ve pişmanlıkların, tpkı Morrison’ın yaşamının hızlılığına göndermeleri, sevinç ve hüzünlerin aynı saflıkta birleştirildiği bir deneyime evrilmesini irdeleyebilmeniz mümkün iken, en hafif deyimiyle ağır takılacağım deyip “duvara toslamış” Pitchforkmedia diye düşündürüyor. Gitar partisyonunun tıpkı, drone metal gibi nevi şahsına münhasır kayıtlarında karşımıza çıkan, agresyon ile aynı damardan beslenen, günümüzde yetiştirmeye doyamadığımız kutsal totemlerimize de oturaklı eleştiriyi barındıran klibi ile hassas personaların damarına basmaktan geri durmayan “gürültü hüzmesi” “Batcat” ile albümün derinlerine dahil oluyoruz. Çiğ bir elektronik deneyinine, “Zidane” soundtrack’inin de belirli seksanslarında kulaklarımıza çalınagelen görünmez kılınan ses partisyonlarının devamı olarak algılayabileceğimiz, görüntünün hafızanızda oluşmasını kolaylıkla sağlayabilecek kadar, gerçekçi “Danphe And The Brain” ile Mogwai’nin müzikal odak olma konusunda neden bu kadar önemli olduğuna dair pek çok önemli veriyi paylaşıyor, çekinmeden. Umudun her ne olursa olsun devam ettirilmesi gerekliliğine dair önermeyi muştulayan, didaktik üniforması ile post rock disiplinin de içini dışına çıkartan işlerin yanında, hakiki sevinçlerden ezgiler çıkartılacak ise böylesi bir tasvir ile gerçekleştirilmelidir güvenine sahip “The Sun Smells Too Loud” proto-In Rainbows kayıtları arasında hatim edilecek bir şarkıyı ardımızda bırakıyoruz.

Korkularla yüzleşme zamanı geldiğinde bir an için bile endişeye mahal bırakmadan harekete geçmenin, o kaçınılmaz anlara dahil olmanın daha dayanıklı insanlar haline dönüşeceğimizi işleyen, ismindeki vurgulamanın daha çok kaçmanın imkansız olduğu gerçeğinden başka bir anlam aramanın saçmalığın daniskası olacağı “I Love You, I Am Going To Blow Up Your School” parçası ile hayat-müzik paralelinde önemli bir eşiğin daha aşıldığını hissediyoruz. Ambient tonlarının durağan sessizliği ile başlayan doruk noktasında ise handiyse yekvücut olan enstrümanların çağrılarına ulaştığımız deneyim olarak müzikal karakterini tanımlayabiliriz. Xylophone gibi dinleyende naif bir tolerans sınırı çizdiren, çarçabuk geçen heveslerin bir nebze olsun yavaşlamasına olası kılan enstürman ile donatılmış, şu satırları yazmaya vakıf olduğumuz zaman dilimi dahilinde İstanbul’u kapsayan esinti ile dinlendiğinde etkisi kat be kat artan bir içe dönüş, ya da bir veda parçası olan “Thank You Space Expert” ile finale ulaşıyoruz. İçinde olup, bir şekilde akışa dahil olduğumuz hızlı metropol yaşantısındaki daralmayı, içimizde birike birike irin haline dönüşen tasvirlere gerek bıraktırmayan griliğin hakimiyetine karşın bir başkaladırıyı simgelen, alışdığımız “Mogwai” hüzmelerinin tadını da barındıran “The Precipipe”, nice hallere bürünürlerse bürünsünler, bu beş hayaletin ortaklaşa türettiği müzikal tasvirlerin yerinin pek doldurulamayacağı aşikar hale geliyor. Lanet olasıca vurdumduymazlığın, neredeyse gerçek amâlardan daha görmez insanların kalp yaralarındaki kabuk bağlanmışlıklarının eziciliğine karşı, direniş sözü geçtiğinde o ne ola ki zırvalamasının diyarlarında “Mogwai” çişeltileriyle, duru bir uyanışı simgeliyor. Teşvik ediyor.Durduk yerde hiçbir değişim olmaz biraz da siz çaba sarf edin demeye getiriyorlar sözü, ki hiç haksız değiller...

...Fark edilebilir ayrıntılar ile dönüştürücü, ayrıksı duruşların sebeplerini irdeleyerek endişe giderici, tanımlanmamış olanı arz etmeye çabalayarak yardımcı olmaya Deuss Ex Machina / Dea Ex Machina ile devam...İyi Haftalar...



Her Türlü Eleştiri,Öneri vs .İçin İletişim Kanallarımız;
Dinamo – makina10.45[nospam]gmail[dot]com - Makina
Her Pazartesi Gecesi 22:00 -23:00 (GMT +2) arası Dinamo 103.8
---------------------------------------------------------

"No Belongs Here More Than You" Gallery - By Moral Debate
© Moral Debate’s Photos
Mogwai Photos Courtesy From Below Listed Sites M G W

>>>>>Poemé
Yokluğun İklimi - Odisseus ELİTİS

I
Dünyanın bütün bulutları günah çıkardı
Yerlerini tasam doldurdu

Ve saçlarımın içinde üzgün düşüverince
Pişmanlık duymayan elim

Bir acının düğümüne bağlandım.

II
Saat unuttu kendini akşam olurken
Anıdan yoksun
Ağacı sessiz
Denize doğru
Unuttu kendini akşam olurken
Kanat çırpmalardan yoksun
Yüzü kımıltısız
Denize doğru
Akşam olurken
Sevgiden yoksun
Ağzı kararlı
Denize doğru

Ve ben içinde, kendime çektiğim durgunluğun.

III
Öğle sonrası
Ve onun imparator yalnızlığı
Ve rüzgârların sevecenliği
Ve atılgan çekiciliği
Hiçbir şey gelmiyor. Hiçbir şey
gitmiyor.

Bütün alınlar çıplak

Ve duygu yerine bir duru cam.

Çeviren: Herkül MİLLAS
Kaynakça

Comments