Gaipten Gelen Muhabbetler - John Zorn, Kronos Quartet, Fedayi Pacha

Misak – Yeni bir yaklaşımda hoşgeldin Sühan. Baktık radyoda birlikte program yapamıyoruz, blogda yapalım dedik. Sözcüklerimizle okuyucularımızla buluşalım. Ne de olsa paylaşımda sınır tanımıyor Internet dediğimiz bizdeki karşılığıyla allame-i ulul arz deryası.

Sühan – Evet arz ve talep dengesi çok önemli. Aslında gerçekten bana da ilginç geldi bu yaklaşım. Umarım farklı bir deneyim olur okuyanlara da.

Misak – Program yapmadığımız süre boyunca yazımlarınla birçok kayıt biriktirdin üzerinden geçemediğimiz. Bazıları üzerinde karşılıklı olarak fikir teatrisinde bulunduysak da devamını bir türlü getiremedik, derine inemedik. Misal geçtiğimiz günlerde birbiri ardına yayınlanmış bulunan John Zorn, Fedayi Pacha ve Kronos Quartet’in kayıtları tam da o konuşmak istediğimiz Doğu-Batı sentezine dair neler yapılabileceğine örnek teşkil eden önemli eserlerdi. Her bir kayıt birbirinden bağımsız olarak görünse de aslında gerek sorulması gerekenleri, gerekse de teoride kalmış pekçok şeyin nasıl uygulanabilir kılındığını çok rahat bir biçimde dinlenilebildiğini gösterdi. Eski Avant Garde deneyselcilerden ki benim de epey bir süredir takip etmeye çalıştığım modern cazcı, John Zorn’un O’o albümüyle söze başlayalım. New York’ta Klezmer kültürünü canlı tutarken modern titreşimlerinden koşan biri. Bu yeni albüm de zaten senin de yazında belirttiğin gibi “Music For Romance” serisinin bir devamı. Sence John Zorn fikirlerini hangi yönlerde ilerletiyor?

John Zorn v Ljubljani from Sniffer Baltazar - Bal on Vimeo.



Sühan – Aslında burada cevap verirken iki yönlü açıklama yapmak lazım. İlk olarak bu albümün de dahil olduğu seriyi göz önünde bulundurursak John Zorn her zamanki çizgisinden biraz daha farklı olarak etnik alıntıları cazla birleştirerek bir bakıma World Jazz yapıyor.

Misak – Yahudi müziğinin en kolay biçimde adapte olunabilecek örneklerini barındıran bir disiplin olan Klezmer’in de bariz bir biçimde Yahudi toplumunun yaşadığı yörenin müziğiyle de bağdaşık bir biçimde geliştirildiğini görüyoruz. Senin bahsetmiş olduğun World Jazz’e paralel bir açılım değil mi bu?

Sühan – Hocam Havai’deki bir kuştan alıyor adını albüm, ne Klezmer’i ne İsrail’i. Şaka bir yana evet John Zorn’un Klezmer bağlantısının mutlaka bunda etkisi vardır ancak bence John Zorn çok daha geniş bir bakış açısıyla ele almış olayı. Aslında daha detaylandırmış diyebiliriz. Ancak bunu ilk yapışı değil. Sadece bu seri ile birlikte daha genel dinleyicinin de anlamlandırabileceği bir şekle sokmuş oldu. John Zorn’un makyajlanmış hali gibi. Eskiden Filmworks olarak da karşımıza çıkan bir bakış açısının farklı bir boyuta yönlendirilmiş versiyonu. Örnek olarak “Little Bittern” adlı çalışmada cazın tüm özellikleri bulunuyor ancak sadece bir org ekleyerek Klezmer çizgisini de vurgulamış. Yani farklı enstrümanları (Genelde org ve gitar)veya farklı sesleri (Po’o’uli adlı parçada kuş sesleri misal) kullanarak cazın yanına ilişkilendirmek istediği dünyaları eklemiş.

Misak – Bu dediklerini çok açık bir biçimde son dönemde yayınlanmış tüm tzadik kayıtlarında görmek mümkün.

Sühan – Ama Borgman Trio ve Bill Laswell kayıtlarının deneyselliğe daha yakın olduğunu unutma.

Misak – John Zorn’dan bahsediyorum. Senin bana dinlettiğin “Al Hambra” kaydı mesela.

Sühan – Evet. Bu serinin dışında ama bu seriden hiç de uzak olmayan bir kayıt. Hatta serideki bazı albümlerden daha çok uyuyor seriye. Ama nedense serinin dışında.

Misak – Onun da John Zorn’un New York gibi bir metropolde kendi özgün sesini koruma çabasının bir yansıması olduğunu düşünüyorum açıkçası. Diasporada yaşayan her Yahudi müzisyende olduğu gibi bir bakıma yaşadığı yeri İsrail’e benzetebilmeye çalıştığından da dem vurabiliriz. Ancak burada açılması gereken bir parantez varsa o da politik olmaktan ziyade bir aidiyetin yansıması ve devamlılığıdır.

Sühan – İsrail’e benzetebilmekten ziyade bence bulunduğu kültürü kendi öz kültürüyle yoğurmak derim ben. Çünkü ne kadar isterse istesin Amerika kültürünü hazmetmiş biri olarak o kültürün içinde de yoğun olarak Yahudi etkileşimleri olduğunu biliyordur. Zira Amerikan kültürü dediğimiz şey zaten aslında oraya göç eden diğer kültürlerdeki insanların oluşturduğu kollektif bir sunum. Bu sebeple John Zorn değiştirmekten ziyade her zaman yaptığı gibi bir nebze yön vermeye çalışıyor olabilir. Zaten bundan doğal bir şey de yok. Avant Garde kökenini de göz önünde bulundurursak alternatife ve farklıya yönelmesi, insanları da bu noktalara çekmeye çalışması (Zaman zaman daha geniş kitlelere de hitap etmeye çalışarak) aslında bence bu vizyona yönelik stratejik çalışmalar.

Misak – Bu arada radyoda konuştuğumuzdan daha hallice ve daha kapsamlı bir şekilde ilerliyoruz sanırım.

Sühan – Eee 60 dakikayla ve illa da parça çalmakla mükellef olmadığımızda çenemizin açılması kadar doğal bir şey yok. Ki zaten çenemizin bu noktalarda düşük olduğunu bilmeyen pek yoktur. Zamanında Mabbas’ın bile çenesini düşürmüşlüğüm vardı.

Misak – Yine rotamıza Amerika üzerinden devam edelim hazır başlamışken. 1978 yılında Quartet formuna çevirdiği projesiyle David Harrington’ın genel anlamıyla Avant Garde ile caz müziğini birbirine yakınlaştırdığı Kronos Quartet’inden “Floodplain” albümü yayınlandı geçtiğimiz günlerde. Biraz önce değinmeye çalıştığımız deneysel kapsamın üretilebilir ve fonksiyon kazandırılabilir önemli örnekleri arasında gösterebileceğim bir çalışma. John Zorn’un Klezmer’le dünya müziğini bağladığı gibi Kronos Quartet’te ustalık mertebesinde bize daha yakın duran hatta bizim de dahil olduğumuz bir coğrafyanın genel bir müzikal görünümünü ortaya çıkartıyor. Ağırlıklı olarak işin doğrusu kitabına uygun ilerletilen bir kariyerin odağında bu tarz bir Doğu Batı yaklaşımının tezahürleri nice olur ve sen de albümü dinlemiş hatta incelemiş biri olarak fikirlerini alabilir miyim?

Sühan – Şimdi... Bahsedeceğimiz albüm bana göre gönlümde bir mihenk taşı rolünü çoktan kaptı. Önce bu açıdan bir noktaya kadar objektif olabileceğimi da ekleyeyim. Kronos Quartet bundan önceki çalışmalarının çoğuyla zaten yeteneklerinin ve yol açıcı özelliklerinin neler olduğunu dinleyenlere kanıtladı. Böyle farklı bir çizgi belirleyip de genel müzikal anlayışı bu kadar etkileyen az grup vardır. Bu yeni albümlerinde ise kültüründe sel birikimi olan ülkelerin müziklerinden alıntılar yaparak ve bunları da kendilerince yorumlayarak bize kapılarını açmışlar. Bu kültürlerin içinde biz de varız, Azerbaycan da var, Sırbistan da, Mısır da, Etiyopya da, Hindistan da. Genel olarak bizim çevremiz olduğu için de ayrı bir etkilenme söz konusu mutlaka. Ancak yapılandırmadaki usta eli olarak nitelendirebileceğimiz o tını var ya, işte o her şeyi yapıyor dinleyene. 4 tane yaylının buram buram ağır kültür içerikli türküleri yorumlaması ancak bu ellerde böylesine etkileyici olabilir. Düşün Türkiye’den seçilen parça Tanburi Cemil Bey’in Nihavend makamında bir eseri. Böyle farklı matematiksel yapısı bulunan bir parçayı yorumlamayı düşünmek bile başlı başına bir cesaret.

Misak – Bahsettiğin odaktan ve cesaretten devam edersem, Kronos Quartet elimizin altında bulunup da değeriniv e kıymetini bilemediğimiz pek çok tınıyı modernize etmeyi başarıyor. Üstelik bütün bunları alabildiğince cesur bir biçimde Kronos Quartet namının sağladığı avantajları göz ardı etmeden ama asla orjinalini de bozmadan, dinleyiciye ulaştırıyor. Klasik olanın zamanla belli olduğu bir çağda, üstelik de kendilerinin zaten modern klasik olarak adledildiği bir dönemde, açıkçası dinledikçe neleri kaçırdığımızı gösteren bir örnek. Kendi açımızdan baktığımızda ise ancak birileri keşfedecek, biz de nemalanacağız. Bu bağlamda ufak bir dip not olarak Kalan Müzik’in çalışmalarının da paylaşmaya açtığı her bir tınının da ayrıca önem arzettiğini okurlarımızla paylaşmamız lazım. Kronos Quartet’in albümünde senin de çok beğendiğin “Getme Getme” parçası var. Bu parçadaki doğallık tam da aradığımız o engin Doğu-Batı bileşkisini sağlamıyor mu?

Sühan – Aslında tüm albümü özetlemek için bile tek başına o parça kullanılabilir. Öncelikle bugüne kadar dinlemediğim için kaybettiğim zamana hayıflandığım bir türkü. Fakat bu şekilde tanışmış olmam sebebiyle de ayrıca mutluyum. Azerbaycan yöresinin tüm duygusallığını yansıtan iki vokali içeriyor ve yerel çalgıların eşliğinde dört yaylının o muhteşem desteği ulvi bir sonuç çıkartıyor ortaya. Aslına bakarsak yıllar önce ilk duyduğumda beni çok etkileyen Dünya vatandaşlığı kavramını aklıma getiriyor. Sonuç olarak politikanın ve ayrımcılığın aslında birbiriyle kucak kucağa ortak hisleri paylaşan insanları ayrı düşürdüğü bir dünyada bence aslolan dünyalı olmak. Hayatlarımızın her anını çok benzer yaşadığımız Yunanlılarla yaratılan yapay ayrımdan tutun da (Ki “Hassiktir” küfrü bile ortak, buyur) “Getme Getme” adlı çalışmanın Djivan Gasparyan’ın düdüğünden çıkan tıpatıp benzer duygusallıkla tezat biçimde çelişen politik ayrımcılığın insanları getirdiği nokta artık tüm benlik sınırlarımızı zorluyor. Bu toprak, o toprak, şu toprak. Sonuçta hepsi dünya, hepsinin üzerinde tapu iddia ediyoruz hakkımız olmadığı halde. Birileri kendi kafasına göre bölüyor dünyayı. Afrika’da ve Arabistan yarımadasında cetvelle çizgi çekmeye kadar uzuyor bu yaklaşım. Oysa ben sınır göremiyorum teller hariç. Yürürken her şey aynı. Diller farklı, belki dışavurumlar farklı ama tüm duygular aynı. Kronos Quartet de burada bence çok değerli bir vurguyu yaratmış çalışmasıyla. Aynı acıyı yaşayan apayrı kültürlerin tepkilerinin benzerliği aslında özümüzde insan olduğumuzu ve farklılığın sadece yüzeyde olduğunu gösteriyor.



Misak – Bu pek çok açıdan küresel köy halini dışlayanların, empati yeteneğine sahip olmayanların, sürekli bir öteki yaratmaktan haz duyanların algılayabileceği bir derinlik değil kanımca. Kronos Quartet bu noktada tıpkı senin de sözünü ettiğin pek çok değerin, sözün ve müziğin sınırlar olmadan dinleyiciyi aynı şekilde etkisi altına alabileceği gerçeğini vurguluyor. Bu da zamanımızda kültürleri yaratan bir metafor olarak kullanılan batının an geldiğinde doğuya karşı pek ala ödün vermeden yüzleşebileceğini gösteriyor.

Sühan – Batı kültürünün aslı, onu yeşerten, hatta ortaya çıkmasında temel taşları oluşturan da bugün doğu kültürü diye ayırdıkları kültür zaten. Mısır kültürü olmadan Yunan felsefesinden bahsedilemez. Keza Mezopotamya olmadan da Mısır’dan bahsedilemez. Amerikan kültüründen çıkan Minimalizm, Hint kültürü olmadan yeşeremezdi. Sonuç olarak kültürlerin yarışı değil etkileşimi var sadece. Önemli olan kimin nereden geldiği veya nereye gittiği değil benzerlikler olmalı. Vurguyu nereye yaptığımız asıl konu. Benzerliklere mi bakacağız ayrılan noktalara mı? Zaten ne varsa başımıza şu Aristoteles yüzünden gelmedi mi şu dünyada. Bir kategorizasyon çıkardı, ortalık bombok oldu. Onun yolundan gideceğimize Bektaşi’nin, Mevlana’nın yolundan gitseydik fena mı olurdu? Kim olursan ol gel. Bundan daha güzel ve insancıl bir söz duymadım, duyacağımı da sanmıyorum.

Misak – Ortak çıkarsamaların varlığını kanıtlayabilecek ve senin de bahsettiğin gibi “Kim olursal ol gel” düsturunu gerçekçi kılabilecek açılımların ve sözlerin edilebilirliğinin üzerine daha fazla söz söylenebilir. Buna en yeni örnek olarak da saklı kaldığı kimliğinin arkasından tıpkı senin de sıklıkla bahsettiğin üzere Bryan Jones’un (Muslimgauze) nispeten daha rahat dinlenebilir Dub müziği formuna yakın duran bir isim olan Fedayi Pacha ve son çalışması “From The Oriental School Of Dub” var. “The 99 Names Of Dub” albümünde de bu bizim uzunca bahsettiğimiz kültürel birleşimleri bir odak altında toplamayı başaran kurgu ortaya çıkarmıştı. Keza yeni çalışmasında da öyle. Sıklıkla atfedildiği üzere Batı formunun bir dalı olan Dub müziği üzerinde riskli bir kolajlama olan Doğu sesi sentezinin çıkarttığı yeni fikirler hakkında düşüncelerin neler?

Sühan – Senin beni Fedayi Pacha ile tanıştırdığından beri kendisiyle dirsek temasını hiç koparmadım. Yeni albümü çıktığında ise yine senden aldım haberi ve ondan beridir dinlemeyi bırakamıyorum. Bir haftada en az 10 kere dinlemişimdir. Albümün bahsedilecek birçok özelliği var. Bunlardan ilki Fedayi Pacha tarafı. Öncelikle St. Etienne Dub Collective’den çıktığından beri dinlediğim kayıtlarında prodüksiyon ve ifade gücü açısından çok aşama katetti. Bunun yanında artık birlikte çalıştığı insanları da dikkatle seçtiği ve bunun da duruşuna etki edeceğini anladığı kesin. Diğer özellik ise Dub’ın geçmişinden gelen duruşunu albümün çok etkili bir şekilde kavramış olması. Dub eskiden beri bir duruşa sahiptir. Bir başkaldırıdır, hayrıkıştır, yakarıştır. Politizedir. Özellikle Avrupa’da yeşeren (Başta İngiltere ve 1995 sonrası Fransa’da) Dub akımı doğrudan aktivisttir, tepki koyar. Bu bakımdan Alternative Rock’la benzer bir yapı barındırır. Bob Marley’den tutun da Deadbeat’e kadar hatta Burnt Friedman ve Bill Laswell’a da uzanan bir politik altyapı görüyoruz. Bunda da genel olarak sisteme başkaldırı var. Dünyanın bugün geldiği materyalist düzeneğe içten bir nefrettir beslenen parçalarda. Örnek olarak Fedayi Pacha’nın albümündeki “Pyramids (The Sun)” adlı parçada sözlerdeki yoğunluk tarihi öven ama günümüzde tarihin manipülasyonuna ve nasıl sisteme bir araç haline getirildiğine dem vuruluyor. Vokalde dem vuran da yılların anticisi Alexander Hacke olunca olay daha da bir anlamlı hale geliyor.



Misak – Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası” filminin de ana oyuncularından birisiydi Alexander Hacke ve bize görmemiz gerekenleri olabildiğince naif bir biçimde sunmayı başarmıştı. Elinizin altında durup ve kulaklarınızla işitip kendi dilinizi oluşturmak dururken hep aynı noktada sabit kalmamamız gerektiğini vurgulamıştı. Keza Fedayi Pacha’ya yapmış olduğu misafirlikte de bu bağlamda sözün bittiği yerdeki ne varsa açık ve seçik olarak sunmayı tercih etmesi tutarlılığının da bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Ses elbette farklı yorumlanabilir. Vurgular ve üzerine yapılan makyajlamalarla daha da modernize edilebilir. Ancak neticede ortaya çıkan şey etkileyicliğinden asla bir şey kaybetmeyeceği “Pyramids (The Sun)”’da bariz bir biçimde kendini göstermekte. Bunun yanında Fedayi Pacha aksak ritmi (9*8’lik) Dub’ın köklerinde bulunan muhalif karakteriyle beraber farklı bir dil oluşturmanın peşinde. Keza “9 Mantra In 1 Box” parçasında olduğu gibi Mantra’ları peşi sıra inanılmaz detaylı bir şekilde birbirine ilintilenebildiğini görmek mümkün. Senin de albümü dikkatle dinlemiş biri olduğunu bildiğimden bu tarz iki ucu boka batırmadan başarıyla dengeleyen Fedayi Pacha’nın genel anlamıyla modern müziği, öznelinde de bu başından beri konuştuğumuz Doğu-Batı algısının nasıl muntazam bir şekilde işlenebildiğini kanıtlamakta. Bu önermem hakkındaki düşüncelerin ne?

Sühan – Fedayi Pacha ilk albümünden beri albümlerinde açıkça belirttiği üzere Doğu ezgilerine düşkün. Zaten bu albümün adında da gayet ortaya koymuş bu bakış açısını. Bu etkilenme gerek Balkan müziklerini temel alıyor, gerekse Orta Doğu’ya hatta Hindistan’a uzanabiliyor. Velhasıl tüm bu etkileşimin temelinde “Beton dünyası” haline gelen ve insancıl özellikleri çok güzel bir şekilde betimlediğinin düşünüldüğü Doğu kültürlerine duyulan özlem yer alıyor. İnsanlar artık insan olduklarının farkına varamıyor bugünlerde. Durup düşünmek yerine durmaksızın makine gibi kurulmuş hayatlarında karınca misali bir o yana bir bu yana koşturuyorlar. Alacağımız zevklerin bile bize paket programlar halinde sunulduğu düşünülürse özellikle sanatçıların bu konudaki açmazı açıkça ortaya koymasından doğal bir şey olamaz. Bu noktaya geldiğimizde ise müzik türleri açısından incelediğimizde Dub elbette ön saflarda yer alıyor zaten doğum noktası da böyle bir müzik kültürü olduğu için. Her ne kadar günümüzde Dub Elektronik müzik türleri arasında yerini alıyor olsa da aslında doğuş noktası olan Jamaika’da bu şekilde algılanmıyor ve yapılmıyordu. İlginç olarak John Zorn müziğini alıp Havaii’ye götürürken Fedayi Pacha da Jamaika’dan kalkıp Orta Doğu’ya gidiyor. Sonuçta temelinde sürekli bir etkileşimin ve devinimin olduğu dünyamızda insana, insani duygulara, gerçekten hissederek yaşamaya duyulan özlem kendini farklı noktalarda farkılı yöntemlerle gösteriyor. Aslına bakarsan Kronos Quartet’in yaptığı da bundan farksız. İnsan olduğumuzu ve sadece belli sınırlar içerisinde yaşadığımızı bize en iyi hatırlatan duygu acıdır. Kronos Quartet bu noktanın üzerinde durarak da benzer bir hissiyatı bahsettiğim farklı yöntemle anlatmış. Sonuçta ise hepsi aynı kapıya çıkıyor. İnsan olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. 50-70-90 sene yaşayacağız eninde sonunda ve bunu “Metropolis” filmindeki gibi ya kurulu saat modunda yaşayacağız, ya da hayat denen nehre bir parmak atıp akışını kendimiz için belli oranlarda değiştirmeye ve yaşadığımızı gerçekten anlamaya çalışacağız. Ne yediklerimiz, ne de giydiklerimiz bunu değiştirmiyor. Yaşayışımız ve kendimize veya çevremize kattıklarımız bizi insan yapan. Günümüzün tüketim evreninde bunu biraz sıkça unutuyoruz galiba. E unuttukça da bazı sanatçıların çıkıp da tekrar kafamıza bunu vura vura hatırlatmaları doğal oluyor.

Misak – Valla şimdilik bu kadar yeter. Saat bayağı geç oldu. Bu fikir teatrisinin benzerlerini ilerleyen günlerde farklı sanatçılar ve çalışmaları üzerinden tekrar edebilmek üzere.

Sühan – Böyle çalışmalar çıktıkça üzerine konuşacağımız daha çok şey olduğu kesin. Ama uykumun geldiği de kesin.

Comments